Gurbet, Garb’a Düşmektir
Gurbet, gurûb ve mağrib kelimelerinden, yani “Garb” dan türemiştir. Gurûb vakti, Şark’ta doğan güneşin Garb’da batma ânı demektir. Işıksız, karanlık ve batmış olan mânasına gelen Garb, yani Batı, Müslümanlara gurbettir. Müslümanlar, güneşin batışını, yani batış zamanı olan gurûb vaktini mecazen gurbet ve gözyaşının aktığı yer olarak kabul ederler.
Maşrık kelimesi de, Doğu’yu, yani güneşin doğduğu ve doğuş yerini ifade eder. Ayrıca Arapyarımadası’nın doğusundaki ülkeler mânasına da gelir. Mağrip ise “güneşin batış yönünde”, yani Batı’da bulunan ülkeler mânasındadır.
Garb’ın, gurbet ve karanlığı, yani nefsi temsil etmesi, hakikat mertebesine ulaşamamış Müslümanlar için geçerlidir. Bakara sûresi 115. âyetin buyurduğu üzere “Doğu’da, Batı’da (Maşrık da, Mağrib de) Allah’ındır. Nereye yönelseniz Allah’ın zâtı oradadır. Şüphesiz ki Allah kuşatandır, bilendir.”
Şeyh Gâlib’in Divan’ındaki beyit bu mânayı verir: “Menzil-i münteha-yı vahdettir / Kurb u bu’de ıragdır gönlüm / Murg-ı ankâ-yı Kâf-ı diğerdir / Şark u garba ıragdır gönlüm.”
Evliyaullah’tan olanların “gönül aynasında Garb ile Şark’ın birleşmesi” mânasına gelen beyit diyor ki: Gönül için uzaklık ve yakınlık kavramı yoktur. Onun menzili vahdettir. Gönül, Doğu ile Batı’yı birleştiren bir Ankâ’dır.
İslâm düşünürü Suhreverdi’nin “Kıssatü’l-Gurbetu’l-Garbiyye” (Batı’nın Yalnızlığının Hikâyesi)’inde Garb’ın, Müslümanlara gurbet olduğunu anlatıyor.
BATI, MÜSLÜMANIN ÖZÜNE YABANCI OLAN GURBETTİR
Ehl-i Sünnet’in akılcı âlimlerince tenkit edilse de tasavvuf erbabınca bâzı görüşleri kabul edilen Sühreverdi’ye göre, Mağrib’ten, yani Batı ile kastedilen “karanlık ve maddî âlemdir, Doğuyla kastedilen ise ölümlü gözlere görülmeyen saf ışıklar ve baş melekler dünyasıdır.” Gurbet mânasına gelen Batı, insanın özüne yabancılaşması ve nefs kavramıyla ifade edilir. Ona göre, “insanın varlık ırmağını unutuşu gurbete düşmesidir. Batı, nefsin yaşandığı yer olarak gurbettir. İnsan, Garb karanlığından Doğu’nun ışığına dönerek gurbetten kurtulacaktır. Garb, gurbet demek ve gurbete düşmektir.
Tasavvuf kitaplarından öğrendiğime göre, İbn-i Sina’nın “Gurbetü’l Garbiyye” hikâyesinin devamı veya tercümesi olduğu söylenilen, Sühreverdi’nin “Batı’nın Yalnızlığının Hikâyesi”nde gurbet en mücerret mânasıyla anlatılır: “Vakit tamamdı, Asım’la çıktık yola / Yeşil vadinin kıyısında avlanmak için Maveraünnehr’in bağrından aktık Batı’ya / Ansızın karşımızda belirdi Kayravan...”
Kayravan, bir Mağrip ülkesi olarak Tunus’ta bir şehirdir. Sühreverdi’nin zamanında Kayravan bir İslâm şehri olmadığı ve nefsi temsil ettiği için Garb, yani gurbet diyarıdır. Hikâyede ruh, seyr u sülûk sürecinde derin mânevî “hâl”ler içinde “bilmenin” mertebesine erişip “nûrun nûruna” ulaşır. Fakat yükseldiği “bilme” mertebesinden aklın hâkim olduğu “dünya” derekesine düşünce, ilk tanıştığı “bilme” mertebesinden ayrı düşmenin şuuruyla yanıp yakılır. Ruh için dünya gurbet, yani Garb’dır. “Ceset” hâldeki insan “gurbet” sembolüyle anlatılır ve bu insan Mağrib’e sürülmüştür. Mağrib’de, yani Kayravan şehrinde kalanlar için “kuyuya düşmüş insan” tâbiri kullanılmaktadır.
Batı olarak ifade edilen bu şehirden insan, tekrar dönmeyi arzuladığı aslî yeri olan Doğu’ya, yani Yemen’e dönmek ister. Sözlük mânasıyla “sağ taraf olan Yemen nurlu Maşrık’ın sembolüdür. İnsan bu nurlu mekândan ayrılmadan, yani madde âlemi mânasına gelen Garb gurbetine düşmeden önce melekut âlemde melekler gibi bir menzile sahiptir.
GARP GURBETİNE YENİK DÜŞENLER
Garb, kendini garip hissettiğimiz yaban ellerdir. Müslümanlar için Garb kelimesinin bir mânası da vatanı terk etmek, gurbete gitmektir. Şairin dediği gibi, “Gurbet yavrum, Garb’a düşmektir gurbet.”
Garb, insanın kendi aslından uzaklaşması, kendine yabancılaşması ve kendi gurbetinde, yani Garb’ında yaşamasıdır. Sezai Karakoç’un şiirindeki “Batı’ya giden ilk altı oğul” bu mânada asıl kimliklerinden, özlerinden uzaklaşarak Garb’a yenik düşmüşlerdir. Fakat “Yedinci oğul” Garb imtihanını geçmiş ve aslını korumuştur.
Kendi Garb’ında yaşamak iki türlü gurbette olmaktır. Nefsin, zâhirî ve bâtınî bakımdan ağyar olanın içinde kalması da gurbettir insana. Bunun içindir ki, “Garb medeniyetindenim” diyenler hüsranda ve gaflettedirler.
Onun içindir ki İslâm düşüncesinde gurbet ile Garb arasında metafizik bir bağ vardır. Garb, “ışığın bittiği, nûrun tükendiği yer, yani karanlık ve zulmet” demektir.
Doğululara, yani Müslümanlara göre Batı’ya gitmek, gurbete düşmektir. Doğu, gurbet değildir. Doğu’ya, yani darülislâm olan memleketlere gittikçe sılaya gitmiş oluruz.
Demek ki, mânevî ve medenî bakımdan Doğu’da olan, aidiyetinin Doğu’nun kalbi Mekke ve Medine olduğunu bilen insan gurbetin suflî olanından beri olabiliyor. Gurbete âşina olanlara duyurulur.
BATI, TÜRKLERE GURBETTİR
Batı’nın ne sılası var, ne gurbeti. Mânevî değerlerinde, edebiyat ve düşüncelerinde gurbet kavramı bulunmaz. Çünkü mekân ve vatan şuurları tahrif edildiği, dünya ve ahiret anlayışından koptukları için uhrevî bir gurbet duyguları, yani asıl vatan hasreti yüreklerini saran bir haslet olmaktan çıkmıştır.
Türkler için gurbet ve sıla duygusu diğer cemiyetlerden hem mânevî, hem dünyevî olarak apayrı bir derinliğe sahiptir. Türklerde ana kucağı, baba ocağı ve ev sıla demektir. Mehmet Âkif’in, “Canı cananı bütün varımı alsın da Huda / Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ” diyerek, vatan haricini, “Garb”, yani gurbet olarak tavsif etmiş.
Bunun içindir ki Türklerde vatan hasreti göçlerin başladığı onuncu asırdan bu yana dünyevî ve mânevî bakımdan derûnî bir haslettir. Türkler İslâmlaşınca gurbet duygusu uhrevî bir mâna da kazanır. Kandillerde çokça “Yâ Rabbi! Bizlere bu gurbet diyârında vuslat hâlini yaşamayı nasip eyle! Bu necip milleti öz vatanından garip eyleme” diye dua ederler.
Gurbet duygusunu iki türlü yaşayan şair Memduh Atalay’ın, Türk milletinin gurbet sızısı üstüne söyledikleri binlerce yıllık derûnumuzun hikâyesidir:
“Gurbeti bizim kadar kim yaşadı? Kimin yüreğinde ayrılığın acısı bizim kadar hissedilir? Elest Bezminden dünyaya uzayan çizgide hep biz gurbeti yaşarız. Terk ettiğimiz ‘Anayurtlar’, ‘Kardeş Ülkeler’ Türkistan’dan Tuna boylarına hep bizim gurbet hislerimizle örülmüştür. Bu bakımdan vatan, vatandan öte bir şeydir bizim için.(...) Türkler, gurbeti bitmeyen tek millettir. Bu gurbet aslında edebî diyara olan özlemin bir sonucudur. Terminaller tarihinin arka plânı büyük gurbetleri de hissettirir bize. Göçler içe olsa da acıyı doğurur. ‘Göç göç oldu göçler yolda düzüldü’ diyen âşık içimizi dağlar. Yüreğimiz, beş kızdan sonra gelen oğlana dertli annesi nasıl titriyorsa öyle titrer sılamıza.”
Türklerin Batı’ya fütühata çıkması, İ’lâ-yı Kelimetullah üzere zâhirî ve bâtınî mânada üzeri örtülü, yani karanlık olan Garb’ın “yüzünü açmak” ve “nûrlandırmak” mânasına gelmektedir. Bunun içindir ki İslâm’da fethin bir mânası da yaban elleri gurbetlikten, yani Garb olmaktan çıkarıp Doğululaştırmak, güneşin doğduğu yere ait kılmaktır.
Garb gurbetinde yaşayanlara, Niyazi-i Mısrî’nin “Gel ey gurbet diyârında esir olup kalan insan” mısraı ile sılaya, yani gönül vatanına dönmesi için haber salmak bir cihattır.
(Bu yazı, Fikir Dükkânı’ndan, yani Mektebi-i İrfan’dan gurbete çıkan ve hâlâ dothânemize dönemeyen, Balıkesir Ünv. Havran Mes. Yük. Ok. öğrt gör. Mustafa Günalan, Balıkesir Ünv. Öğrt. üyesi Doç. Dr. Mehmet Narlı (kalbimin şair-i âzamı), Denizli Ünv. Öğrt.üyesi Yrd. Doç. Dr. Dündar Kök ve Bozok Ünv. Öğrt. üyesi Yrd. Doç. Dr. Cüneyt Cesur, Hatay Ünv. Öğrt. gör. Mustafa Göktürk dostlarımızın gurbet ellerde kalışlarını, Murat Yücel ve Yunus Barman gibi, aynı şehirde dost gözünden ırak düşüp gurbetzede olanları ve ayrıca medeniyet seyahatlarından şehr-i Maraş’a bir türlü ayağı düşmeyen, Bosna’dan Semerkand’a kadar geniş yürekli hasbî medeniyet elçisi, Mostar Dergisi eski Genel Yayın Müdürü Osman Nalbant ağabeyi hüzünle anmak için yayınlanmıştır)
--------------------------------------
İLÂVE YAZI:
ESKİ BİR “TÜRK HAYRANI” AĞABEYE AÇIK MEKTUP
Türklüğün İslâmca târiflerini yapmama ve Türklerin İslâm milletinin şanlı temsilcisi olma yolunda evvela Meşrûtiyet ve Cumhuriyet Türkçülerinin arızalı fikir ve kavramlarından sıyrılmaları gerektiği üstüne onca nâçiz yazılar yazmama rağmen Türklüğümüze laf söyleyen, kalbi temiz fakat anakronik ve postmodern Türk milliyetçiliği romantizmine tutulmuş, adını şimdilik vermeyi uygun görmediğim bir dostumun mektubunu muhterem okuyucularımızın adâletli vicdanlarınca tahlil edilsin diye paylaşmayı gerekli gördüm:
“Aziz ağabeyciğim es-selâm!.. Beni sevdiğinizi ve özlediğinizi söylüyorsunuz. Bütün ruhumla inanıyorum. Çünkü sizin, dostu ve kardeşleri için ne kadar merhametli ve şefkatli olduğunuzu ayn'el yakin bilenlerdeniz. Uzak Batıya giden ilk kafileden dostlarınız için nasıl da için için gözyaşı döktüğünüz hep yüreğimdedir. Hüzün ve gözyaşı kime güzel yakışır deseler, ben hep sizi gösteririm. Beni de en azından bir zamanlar çok sevdiğinizi biliyorum. Sevginizden asla şüpheye düşmem... Ben de sizi her zaman çok sevdim ve hâlâ sevginizden hiç eksilme yok…”
“Çünkü ben milliyetçilik ve ülkücülük hakkındaki ilk eğitimimi sizden aldım. Her pazar gününü iple çeker, Türk Ocağı’nın Uzunoluk Şubesi’ni erkenden açar ve sizin öğleden sonra gelmenizi "sabırla" beklerdim. Çok şey öğrendim sizden. Her sorumuza sabırla cevap verdiğinizi, bizi hiç yüksünmeden, bir kez olsun of demeden cevapladığınızı hatırladığımda ne kadar da eziyet etmiş olduğumuzu düşünüyorum şimdilerde. Erol Güngör'ü, Cemil Meriç'i, Nurettin Topçu'yu; kültürü, medeniyeti, milliyetçiliği, ülkücülüğü.. hep sizden öğrendim. Siz benim ilk ve temelli hocam oldunuz. Bizleri hep "mağara"ya çağırdınız. "Mağaradakiler"i gösterdiniz. Hiç düşünmeden girdik mağaranıza, dostlarla mağaranızda Allah'a iman eden ve ondan gayri hiç bir kimseden, hiç bir güçten beklenti içinde olmadan saf tuttuk. Çünkü Türk milletinin iki cihanda aziz ve bahtiyar olmasını diliyorduk. Milletimizin mutluluğu, mutluğumuz; hüznü, hüznümüzdü.”
“Biz inandık ki Türk milleti diri ve güçlü olursa bütün mazlum milletler de diri ve güçlü olurdu. Bunu ceddimiz yapmış ve biz de çalışır emek verirsek yapabilirdik. Saf ve temiz Müslümanlardık. Allah'a inanıyor, hesap yapmıyorduk. Müslümanlığımız saf ve bâki idi, o zamanlar zihnimizde Allah'tan başka güç yoktu, olamazdı da. O zamanlar Müslümanlar Amerika diye bir gücü ne bilirdi ne de bilse bile itimat ederdi. Çünkü biz Türkler sadece Allah'a inanır, yalnızca ondan yardım dilerdik... Bizlere hep bunları anlattınız. Biz hep sizden bunları anladık. Sizin Türk milletinin yanında olduğunuza inanarak… Sağ olun, var olun!... Yolunuz, bahtınız hep gülden olsun, gülşen olsun!..."
“Ancak şimdilerde yollarımız ne yazık ki ayrıldı. Çünkü siz son on yılda (…) fikriniz, zikriniz dağıldı. Sanki birileri sizi aldı değiştirdi. (…) Olanlar oldu ve siz artık Türklüğü onun düşmanlarının işine yarayacak şekilde evirmeye, çevirmeye başladınız. Türklüğü silmek, kaybetmek adına her türlü karışıklığı içine doldurmaya başladınız…”
“Evet, Türklük ve Türk milliyetçiliği, I. Dünya Harbinde ne kadar emperyalistlerin oyununu bozdu ise, şimdilerde de milletimize ve devletimize karşı geliştirilen oyunların önündeki en büyük mâniadır. Çünkü Türk milliyetçileri, Türk milletinin ruhudur. Bütün İslâm toplumlarının acısını yüreğinde yaşayan bir medeniyetin varisidirler onlar. Hiç bir zaman Allah'tan ümitlerini kesmeyen serapa bir imanın adıdır Türklük!.. Çünkü onlar Abdurrahim Karakoç'un bir şiirinde ifade ettiği gibi, "Adamışım kendimi milletimin uğruna / Bir doğrunun imanı, bin eğriyi düzeltir / Sonu ölüm de olsa hep Hakk’ı tutacağım / Mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir!" ahdini yüreklerine nakşetmişlerdir!”
“Eğrisi ile doğrusu ile günahları ile sevapları ile; doğruları ile yanlışları ile Hakk’a yürüyüşleri devam edecektir ülkücülerin… Allah'tan ümitlerini kesmeden, günahlarına kılıf aramadan, iyiliklerini, güzelliklerini kimsenin başına kakmadan, Kaf dağına yürüyüşleri devam edecek... Siz bu yürüyüşe devam edemediniz. Ayıplamıyorum. Amma gücünüz kalmadı, amma yüreğiniz yetmedi, (…) Her zaman ağabeyimiz olarak kalacaksınız. Sevginiz yüreğimizde hiç eksilmeyecek. Ama biz devam edeceğiz. Etmek mecburiyetindeyiz. Çünkü Türk milleti Haçlı ruhu ile bastırılmaya, yok edilmeye çalışılıyor. Ruhundan çıkardığını düşündüğü kişi ve kurumlarda bu saldırının yerli işbirlikçiliğini bilerek ya da bilmeyerek devam ettiriyorlar. Cumhuriyetin kuruluşu ile beraber Türk milletinin kültür ve medeniyetini ezdiren güç, şimdilerde size, yani iktidarcılık oynayan konu mankenlerine o kurumu ve kişileri teslim ettiler ve siz zannediyorsunuz ki bir şeyler yapıyorsunuz. Dün bizi ezdirdikleri "kişi ve kurumları" güya bize teslim ederek, bize öç aldırıyorlar, ama neticede kazanan yine onlar oluyor. Saddam'ı hatırlayın yeter. Ne yaptılar Saddam'ı?.. Irak'ta Kürtler ve Şiiler zannediyor ki Saddam'ı kendiler astı. Müslümanlar bu aymazlıktan kurtulamazlar ise daha çok su çeker bu hamur...”
“Her türlü işler oluyor bugün memleketimizde, nice olmaz denilen şeyler oluyor, Türk Milletinin sahiplik duygusuyla bile oynanıyor; ama lâkin ‘başörtüsü’ ile alâkalı, Müslümanların anayasal zemindeki hakları ile alâkalı en ufak bir iyileşme meydana geliyor mu? Bunları hiç akletmez misiniz?.. Müslümanların bu ülkedeki derdi çift yollar, barajlar, hanlar hamamlar mıydı, yoksa milletin izzeti, şerefi miydi?..”
“Siz aziz ağabeyciğim, bütün bu illüzyonlara karşı aslanlar gibi kükremeniz gerekirken... (…) Karanlıkta ıslık çalmaktan başka yaptığınız bir şey yok… (…) Kusura bakmayın, biz aynı yolun yolcuları olamayız artık… Siz hayatı seçtiniz, tamam; bu sizin tercihiniz. Ama bizim ölecek bir "Türkistan" aramaya çalışmamızdan rahatsız olmanızı nasıl anlayacağız?... Niçin bizimle, yani Türk milliyetçiliği ile (…) Türklükle uğraşır durursunuz?.. Olabilir, insanlar farklı davranabilir, fikri değişebilir, inancı çeşitlenebilir, ne bileyim her türlü hâl olabilir bu dünyada…”
“Ben sizin farklılaşmanızı mâkûl bulmayabilirim, ama saygı duyarım. Ama artık siz de mazinizle fazla uğraşmayın. Bırakın herkes kavgasız, nizasız yolculuğuna devam etsin. Bizim yeteri kadar uğraşmamız gereken eksikliklerimiz, düşmanlarımız var. Buna bir de siz eklenmeyin. Gönlümüz, siz mevzû olduğunuzda lâf etmeyip sükût ile size dua etmekten yana… Ama bir de bakıyorum ki neler neler yazmışsınız!... (…) Artık diyorum; Türklük, milliyetçilik… gibi hususlarda yazmasanız daha iyi…(…) Sonra kocaman bir İslam tarihimiz var, kültür ve medeniyet konuları var Müslümanların, onlar olabilir. ‘Bu millet’ mefhumunu geliştirebilirsiniz. İslâm milletini yazın. Ama lütfen Türk milletini, Türk milliyetçilerini… konu edinmeyin. (…) Bizi anlayın efendim. Biz Türk milletindeniz; milletimize, devletimize, medeniyetimize olan sevgimiz – bildiğiniz üzere - kişilerin çok ötesindedir. Çünkü biz Allah’ı çok sevmiş bir milletiz ve O’ndan hiç ümidi kesmedik, kesmeyeceğiz. Her zaman “inşallah” demeye devam edip asla "inşaamerika" demeye getirenlerden merhamet beklemeyeceğiz. (…)”
“Birbirimize uzaktan uzağa el edelim efendim. (…) İnanın sizi ben de çok özleyeceğim, sizi her zaman seveceğim!.. Ama beni anlayın aziz ağabeyciğim. Ben Türk milletinden yana olmaya devam edeceğim. Aziz kalın efendim!”
Dostumuzun “Açık Mektubu” böyle bitmiyor tabii. Hayli uzun ve velveleli. Dostluğumuzun selameti için
bir hayli sansürledim. Temellerimizle irtibatı zayıf olan bir Türk milliyetçiliği romantizmine kapılmış.
Şimdi ey azizan! Fakirin nâçiz yazılarını son üç yıldır takip etme imkânınız olduysa şayet, elinizi vicdanınıza koyun, dininizi yıkmadan hakemlik edin. Mektup sahibi güzel dostumuz hayli hissî bir üslupla düşüncelerini aktarmış. Duygulandım. Fakat anakronizm taşıyan düşünceleriyle fakirin yazılarında Türklük aleyhtarlığı aramak, hem maddeten mümkün değil, hem de fikren. “Değiştiğimi” ve “Birilerinin bendenizi çaldığını ve İslâmcı olduğumu” söylüyor. Ayrıca “Türk düşmanlığımı”(!) keşfetmiş, hayret doğrusu! Âcizane onca yazılarla “Türklerin nasıl yeniden millet olabileceğine” dair nefes tükettiğimize bakmamış mıdır bu dost? Hayırlısı… Fakir kimseden vazgeçmez. Gönlü âl-i Osman Türklüğü kadar geniştir. Şayet dilini seviyorsa çâresi yok, bir gün muhakkak gelecektir dosthânemize.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.