İki kere iki dört etmez!
Matematikte sabah-akşam, gece-gündüz, iki kere iki her zaman dört eder, ama sosyal olaylarda 2x2’nin karesi edebilir…
Bu yüzden yöneticiler sosyal olaylara “iki kere iki” mantığından bakmamalı, “insan” denen “sosyal” varlığın yerinde ve zamanında yapılan kışkırtmalarla, içine sokuşturulan fitnelerle vahşileşip kontrolden çıkabildiği gerçeğini daima göz önünde tutmalıdırlar…
Buna tarih de şahittir…
*
Yavuz Sultan Selim Çaldıran yolunda… Çaldıran yolu meşakkatli bir yoldur. Üstelik Şah İsmail, çocukluğundan gelen “kaçma” güdüsüyle (babası öldürüldükten sonra, bir süre zindanda kalmış, kaçtıktan sonra da yıllarca saklanmıştı) sürekli çekiliyor, çekilirken de ekinleri ateşe veriyor, evleri yakıyor, su kuyularını zehirliyordu. Osmanlı Ordusu bozkırda aç-susuz yol almak durumunda kalmıştır.
Yavuz’a düşman siyasetçiler bunu bahane edip askeri kışkırtmaya başlar. Şah’ın casusları da ateşi körüklemeye… Sonunda bazı yeniçeri bölükleri ayaklanıp Yavuz’un çadırına ok ve kurşun yağdırmaya başlarlar.
Yavuz atına atlar ve gözü dönmüş isyancıların arasına sürer:
“Biz henüz hedefimize varmadık” diye bağırır isyancı yeniçerilere, “düşmanla karşılaşmadık, dönmek ihtimali yoktur, hattâ bunu düşünmek bile hayaldir. Teessüf olunur ki, Şah’ın maiyeti kendi efendileri yoluna can verdikleri halde, biz şerîat-ı Ahmediyye’ye muhalif hareket edenleri yola getirmek için buralara kadar gelmişken, birtakım gayretsizler, bizi yolumuzdan geri çevirmek isterler…
“Biz, katiyen yolumuzdan dönmeyeceğiz. Ülülemre itaat edenlerle, kastettiğimiz yere kadar gideriz. Kalpleri zayıf olanlar, ehlü iyâllerini düşünenler ve yol zahmetini bahane edenler, kendileri bilirler. Dönerlerse dîn-i mübîn yolundan dönerler.
“Eğer bahane, ‘düşman gelmedi’ ise, düşman daha ileridedir. Er iseniz benimle beraber gelin ve illâ ben tek başıma da giderim!”
Cesarete âşık olan yeniçeriler bu cesaret gösterisinden sonra, Padişah’ı takip etmeye başladılar. Böylece Yavuz Padişah, Çaldıran Zaferi’ni (23 Ağustos 1514) kazanır.
Yavuz’un amacı, kendi sözlerinde şöyle ifadesini bulmaktadır:
“Ben bu saltanatı, ümmete hizmet içün pederumun elinden aldum ve ıslâh-ı âlem (insanların ıslahı ile mutluluğu) uğruna birader ve biraderzadelerimi (kardeşlerimi ve çocuklarını) feda eyledum...
“Ben uykularımı, rahat ve huzurumu terk ile din-i mübînin te’yidine uğraşıyorum. Eğer İslâmı ihyâ etmek (geliştirmek, hayata geçirmek, yaşamak ve yaşatmak), maksudunuz (isteğiniz, niyetiniz) değilse, benum de nefs-ül emirde saltanata kat’a hevesum yoktur.” (eğer bu yoldan hedefe gidemeyeceksem, sizin de böyle bir amacınız bulunmuyorsa, padişahlıkta gözüm yoktur)…
Biliyorum, Sayın Başbakan da böyle düşünüyor: “Ben uçurumun kenarından aldığım ülkemi kalkındırmak için uykularımı, rahat ve huzurumu feda ettim. Bunlar iki ağacı bahane ederek ülkemi karıştırıyorlar.”
Böyle değerlendirmekte haklıdır. Ancak olaylar bu noktaya geldikten sonra kimin haklı, kimin haksız olduğu pek de önemli değildir. Ortamı yumuşatmak ve olayları soğutmak lâzım… Bu görev de en çok Başbakan’a düşer. “Dediğim dedik” tavrı bazı zamanlarda işe yarar, ama şimdiki zaman bu tavrı sürdürecek zaman değildir.
Malum: Gördüğünüz şey baktığınız yere göre değişir. Türkiye nüfusunun bir bölümü çaprazdan bakıyor ve yapılan bazı düzenlemelerle hayatlarına müdahale edildiğini düşünüyor. Ben katılmasam da, olay budur. Gezi ağaçları kendilerini haklı ya da haksız sıkışmış hisseden kitlelerin patlama bahanesidir.
Hak verilmese de anlamaya çalışmak ve artık sükûneti sağlamak lâzım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.