Lale bahçeleri mi, Gezi Parkı mı?
Şimdi size tarihten bir tablo sunacağım, günümüzle bağlantı kurarsınız, ya da kurmazsınız, o sizin bileceğiniz…
Osmanlı tarihinin 1718-1730 yılları arasındaki dönemin, Meşrutiyet’ten sonra “Lale Devri” olarak anılmaya başlandığını biliyorsunuz...
Biz bu dönemi “Zevk-u safa” ile ziyan edilmiş olarak hatırlasak da, aslında bu kanaat gerçeklerle pek örtüşmüyor.
Neden derseniz, bu dönem sadece çeşitli lalelerin üretildiği, helva gecelerinin tertiplendiği, Sadabad eğlencelerinde zevk-u safa ile vakit geçirildiği bir dönem değil, aynı zamanda her çeşit kültür faaliyetlerinin arttığı, matbaanın tam olarak hizmet vermeye başladığı bir sulh ve sükûn dönemidir.
Osmanlı tahtında Sultan III. Ahmed (1703-1730), Sadaret (Başbakanlık) makamında ise meşhur Nevşehirli Damat İbrahim Paşa oturmaktadır.
Osmanlı Devleti, Rusya, Venedik Cumhuriyeti ve Avusturya ile iki önemli barış antlaşması (Prut ve Pasarofça) imzalamış, böylece bir sulh ve sükûn dönemi başlamıştır. Tabiatıyla uzun savaşlarda yorulan halk nefes alacak, yılların ihmali yüzünden harabeye dönen şehirler onarılacak ve güzelleştirilecektir.
Bu mantıkla yola çıkan Osmanlı yönetimi, İstanbul başta olmak üzere, bütün memleketi imar etmeye başlamış, şehirler bu devirde parklar, bahçeler ve meydanlarla süslenmiş, çeşmelerle, sebillerle, imaretlerle (fukaranın bedavaya karın doyurduğu yerler) medreselerle, (üniversite) kütüphanelerle ve camilerle donatılmış, pek çok tarihi miras onarıma alınmıştır.
Bir taraftan bunlar yapılırken, tercümeye de ağırlık verilmiş, tercüme büroları kurulmuştur. Bir sürü Arapça, Ermenice, İbranice, Rumca kitap bu devirde Türkçeye kazandırılmıştır. Ayrıca matbaa resmen çalışmaya başlamıştır. Matbaanın ve hattatların kâğıt ihtiyacını karşılamak için de Yalova’da bir kâğıt fabrikası kurulmuştur.
Meydanlara dikilen ağaçlar ve oluşturulan lale bahçeleri sayesinde İstanbul öyle güzelleşmiştir ki, devrin en büyük şairi Nedim dayanamamış, “Bu şehr-i Sitanbûl ki, bî-misl ü behâdır (paha biçilmezdir)/ Bir sengine (taşına) yekpâre (tüm) Acem mülkü (İran) fedâdır” mısralarını kâğıda dökmüştür. Olmak üzere Osmanlı Devleti’ni param parça etmek isteyenler tarafından halka yanlış yansıtılmış, yapılan bazı hatalar abartılarak sunulmuş, “Politikacılar keyfe düştü, halkın dertleri unutuldu” şeklinde propagandalara İran mağlubiyeti de eklenince, halkın bir kısmı ayaklanarak sokağa döküldü.
Lale bahçeleri ve eğlence mekânları tahrip edildi, dikilen ağaçlar kökünden söküldü, inşa edilen kasırlar yağmalanıp yerle bir edildi.
Muhteris bazı siyasetçilerin kışkırtmaları da işin içine girince, iş çığırından çıktı. Bazı Yeniçeri bölükleri de ayaklanmaya katıldı.
Derler ya, “her isyan kendi liderini çıkarır”. Nitekim bu isyan da içinden bir “lider” çıkardı: Patrona Halil (boş vakitlerinde ikinci iş olarak Bayezid hamamında tellâklık yapan bir deniz askeri)…
Halil, temelde dindar bir insandı. Devlet büyüklerinin eğlenceden başka bir şey düşünmediklerine samimiyetle inanmıştı. Onları yıkacak, lale bahçelerini ve tüm eğlence mekânlarını yakacak, böylece hem vatanı, hem de İslâmı kurtaracaktı!
İsyancıların önüne düştü. Böylece tarihin en plânsız, en kötü, en derbeder isyanı başlamış oldu. İsyanı bastırması gerekenler ise asilerle pazarlığa oturdular. Taviz tavizi getirdi, ama tavizler hiçbir işe yaramadı. Çünkü kimin ne istediği belirsizdi. İsyan büyüdü. En başta Sadrazam İbrahim Paşa olmak üzere, pek çok devlet adamı, şair, yazar, edip ve ilim adamı katledildi.
Ancak bununla da yetinmediler: Sultan III. Ahmed’i tahttan indirip Sultân Mahmûd’u padişah yaptılar.
Sonunda can verme sırası isyancılara geldi. Patrona Halil ve arkadaşlarının (Muslu Paşa, Ali Usta, Kara Yılan, Emir Ali, Çınar Ahmed, Oduncu Mehmed, Laz Mustafa, Turşucu İsmail, Gavur Ali, Ciğerci Ramazan gibi tipler) başları vuruldu.
İhtilâl bir kez daha kendi çocuklarını yedi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.