Ateş denizinden mumdan gemilerle geçenler
Daha yayınlanalı bir-iki ay olmuş bir kitabı okurken sözlüğe bakmak ihtiyacı hissedermisiniz? Kelime yabancımız sayılmaz: Kovan. Fakat bu kovan bildiğimiz “kovan” değil. Bütün türkçe sözlükler herkesçe bilinen “kovan”ın anlamını veriyor. Cümle şöyle: “Teyzem, Cemil Bey’i birkaç defa dinleme fırsatı bulmuş, daha sonra bütün kovanlarını ve plaklarını edinmişti.”
Bu “kovan”ın mânası hiç bir genel sözlüğümüzde yok! Neyse ki Yılmaz Öztuna’nın “Türk Mûsıkîsi Kavram ve Terimleri Ansiklopedisi”nde var. (Bu vesileyle onu da rahmetle analım.)
Ses kayıt tarihinde, plaktan önceki safhada “kovan” var. Mucitleri “silindir” demişler, fakat muhtemelen silindir boş bir eşya olduğundan, türkçede arı kovanına nisbetle “kovan” denilmiş. Belki de sırf bu yüzden değil, kovanı teşkil eden arıların çıkardığı sesten ötürü!
Şeyh Galib, divan şiirinin son müceddidi... 18. yüzyılın sonunda klasik şiirimize getirdiği yenilik, bilhassa 25 yaşında iken yazdığı engin muhayyilesinin ve parlak şiir kabiliyetinin eseri Hüsn ü Aşk mesnevisi, onu günümüzde de hatırlanan nadir isimler arasında tutuyor.
Şiirde ve nesirde mükemmeliyetçi dostum, kudretli tahlilci ve terkibci Beşir Ayvazoğlu’nun yeni kitabı “Ateş Denizi” işte bu hatırlamanın son örneği...
Galib Dede’nin Hüsn ü Aşk’ını bütünüyle ifade eden istiaresi “ateş denizinde mumdan gemiler” olmalı. Sevgioğulları temmuz güneşini giyinir, cihanı yakan ateşi içer, gam vadisine ateş eker ve parça parça kalb biçerler... İşte Güzellik ve Aşk bu kabilenin çocukları olarak doğarlar; zamanı gelince Aşk, Güzelliğe kavuşmak için üzerinde mumdan gemiler yüzen ateş denizini aşar...
1930’ların Türkiyesi aydınlar için tam bir “ateş denizi”dir. Kültür alanı resmen ateşe verilmiştir. Harfler, yazılar, metinler, kitaplar cayır cayır yanıyor; zamane Neronları da zevkle, keyifle çıkardıkları bu yangını seyrediyor.
Bütün bize mahsus ifade vasıtaları tahrib ediliyor. Müzik ve resim dahil... Beşir Ayvazoğlu işte bu ateş denizinde Darülfünun’da meşhur tarihçi Ahmet Refik’in asistanı iken Üniversite reformuyla kadro dışı bırakılan Galip Tahiroğlu’nun macerası etrafında, kültürel-medenî devrimler dönemini anlatıyor.
Kelli fellli aydınlar, büyük şair ve yazarlar ne yapacaklarını bilemiyorlar. Aslında büyük çoğunluğu emre uyuyor ve hem milletinin geçmişini hem kendini inkâr ediyor.
“İlim, felsefe ve edebiyat, ancak asırlar içinde işlene işlene incelmiş ve zenginleşmiş bir lisanla mümkündür. Eğer böyle bir türkçede ısrar edilirse, asgari elli sene bunlara veda etmek lâzım gelecek.” (sf.16)
“Bunca okumuş yazmış adam, ayaklarının altındaki zeminin büyük bir hızla kaydığını, kendilerini var eden dünyanın yok sayıldığını, çok değil, beş on sene sonra millî kütüphanemizin sadece alfabesini değil, dilini de bilmeyen nesillerin ortaya çıkacağını, bunun derin çatlaklara ve zamanla su yüzüne çıkacak trajik çatışmalara yol açacağını nasıl göremiyordu?” (s.69)
Direnenler de yok değildi. Mesela, bütün şarkıyatçıların hürmetini kazanmış Bayezid Kütüphanesi’nin hafızıkütübü, müdürü İsmail Saip Sencer, Şapka Kanunu’ndan sonra kütüphaneden çıkmayarak bu mecburiyeti aşmış!
Batılı meşhur tarihçi Arnold Toynbee, Osmanlı medeniyetinin önünün kesildiğini yazıyor. Kim bu medeniyetin tabiî seyrini takip etmesini engelledi? Devlet! Tek parti döneminde kültürümüzü Cumhuriyet yöneticilerinden korumak gücünde değildik. Alfabe bir emirle değiştirilmiş, dil devrimi ile bin yıllık kelimelerimiz yasaklanmış, hat sanatı çöpe atılmış, Sanayi-i Nefise mektebi Akademi’ye çevrilirken, klasik sanatlarımız müfredattan çıkarılmış... Ya müzik? Bir mûsıki komisyonu kurulmuş, bu komisyon radyolardaki Türk mûsıkisi yasağını umuma açık yerlerde uygulamanın, hatta plakları toplamanın arayışına girmiş! (sf.47)
Türkiye, aynı zamanda dünyada yaygın ve zengin ortak bir dili yok etmektedir. Türk mûsıkisi bütün Osmanlı sahasında rağbet gören bir ortak dildir. Mesela Tanburi Cemil Bey’in plakları sadece Türkiye’de değil, bütün Arap memleketlerinde ve Balkanlarda büyük bir zevkle dinlenmektedir. (sf.43)
İstanbul kütüphanelerindeki bütün yazma eserlerin Bayezid Meydanı’na yığılarak yakılmasını teklif eden vandallar vardır! (sf.48) Ya o zamanın meşhur reklam ressamı İhap Hulusi’nin Akbaba’da yayınlanan şu alt yazılı karikatürüne ne buyurulur: “Niçin üşüyelim? Babamın kütüphanesi Arap harfleriyle yazılmış koca koca kitaplarla dolu, onları yakar ısınırız.” (s.70)
Beşir Ayvazoğlu, yeni kitabında kültürel devrimler dönemini bize roman olarak anlatıyor. Bu romanda sanal kahramanlar yanında Mükrimin Halil, Sahhaf Raif Bey, Nihal Atsız, Necip Fazıl, Mustafa Şekip, İzeddin Şadan, Peyami Safa, Yahya Kemal, Ahmet Refik, Filorinalı Nazım, Mesut Cemil, Süheyl (Ünver), Ahmet Hamdi (Tanpınar) gibi gerçek şahsiyetler de var.
Bu devirde ve sonrasında ateş denizini mumdan gemilerle geçmeye teşebbüs eden haysiyet sahibi aydınlarımız da oldu elbette. Onların sayesinde geçmişimizin ders kitaplarında anlatılanlardan farklı bir güzelliği ve yüceliği olduğunu öğrendik, gerçek kimliğimizin farkına vardık.
Ateş Denizi “roman” ama, yazar 172 notla geniş açıklamalarda bulunuyor. Ayrıca 14 adet de ek metin koymuş. Eğer “belgesel” roman diye bir şey varsa, bu odur! (Kapı Yayınları, 0212 511 53 03)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.