İçimizdeki canavarı uyandıranlar
Sel gider kum kalır. Bazı hamleler ve kampanyalar dağıldıktan sonra altında eski ilişkiler kalır. Eski sosyal ilişkiler rüzgarın savurdukları arasına katılır. Bu kampanyalardan sonra geride tortu kalır. Böyle tarihi kampanyalar ilişkileri ezip geçen, tarumar eden anafora dönüşürler. Haçlı Seferlerinden sonra Şarkta Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki ilişkiler eskisi gibi olmamıştır. Yeni bir seyir takip etmiştir. Haçlı Seferleri Şarktaki kendi halindeki Hıristiyanları kabuğundan çıkartmış ve Müslümanlar arasındaki ilişkilere milat olmuştur. Müslümanlar gittikleri her yere çoğulculuğu taşımışlardır. Çekildikleri her yerden de çoğulculuk çekilmiştir. Osmanlı sonrası Doğu Avrupa’daki nüfus hareketleri buna en büyük delildir. Azınlıklar üzerine Haçlı Savaşları yıkıcı bir etki yapmıştır. Haçlıların girdiği yere Engizisyon anlayışı girmiştir. Ferdinand ve İzabella’nın Reconquista hareketi Endülüs’te Müslümanlığı ve çoğunluğu kurutmuştur. 1492 yılı itibarıyla Yahudiler de tarihte bir kez daha Exodus/Huruç yaşamışlardır. Benzeri sonuçlar mezhep savaşlarında da yaşanmıştır. Fransa’da Katolikler Protestanları yakıp yıkmışlardır. Benzeri bir durum İran’da Şah İsmail döneminde yaşanmıştır. Alevilerin yakınmalarına mukabil İran’da Sünnilerin yaşadığı bir eradikasyon yani kökleme sürecinden geçmemişlerdir. Hatta Şah İsmail ve ardılları soy ataları olan Fatimilerin ve Büveyhilerin bile yapmadığını yapmış, Sünnileri zorla Alevileri ise asabiyet bağlantısı ve ayartması üzerinden Şiileştirmiştir. Aleviler üzerinde Yavuz’un yapmadığı Sünnileştirmeyi Şah İsmail ve ardılları Şiileştirme şeklinde başarmışlardır. Onlar asabiyet rüzgarına kapıldıklarından Şiilik içinde eridiklerini fark edememişlerdir. Dolayısıyla Şah İsmail ve halifeleri İran’da tarihte kimsenin yapamadığını yapmışlar; Şiiliği millileştirmiştir. Halbuki daha önce Şiiler İslam dünyası içinde topluluklar halinde yaşamaktadır.
¥
Şah İsmail ve ardılları şevketleri kırılıncaya kadar dailik üzerinden büyük bir mezhep seferberliği başlatmışlardır. Şevketleri söndüğünde ise Anadolu’da maalesef azınlık Aleviler ile çoğunluk Sünniler şeklinde bir terkip ortaya çıkmıştır. Sadece mezhebi bir azınlık değil diri bir muhalif odak olarak kalmışlardır. Sosyal barış bir daha tam olarak temin edilememiştir. Humeyni devriminden sonra İran yeniden Şah İsmail politikalarına geri dönmüştür. Şiileri mezhebi ortaklık üzerinden Alevileri uzak akrabalık üzerinden Sünnileri de güya Amerikan-İsrail düşmanlığı üzerinden ayartmaya çalışmıştır. Bu oltaya düşenler de olmuştur. Bu Şah İsmail politikasına yani dailiğe dayalı mezhep yayılmacılığına karşı çıkan Şii liderler de olmuştur. Bunlardan birisi merhum Muhammed Mehdi Şemseddin idi. Şiilerin sadakatlerini yaşadıkları ülkelere göstermesini isteyerek fitne kapısını kapatmaya çalışmıştır. Tarihte benzeri bir ayrışma Ali Kerki ile İbrahim Katifi arasında yaşanmıştır. Lakin kanı kaynayan bazıları bu uyarılara kulak kabartmayarak İran oltasına takılmıştır. Muhammed Mehdi Şemseddin, yeni İran’ın Şah İsmail siyasetine karşı çıkmıştır. Şii toplulukları İran mihveri etrafında mobilize ve seferber etme politikasına muhalefet etmiştir. Çünkü toz duman bulutları dağıldığında Şii topluluklar yine eskisi gibi komşularıyla yan yana yaşayacaklardır. Niçin tarihin tortularını sırtlarında taşısınlar!
¥
Hizbullah Tahran’ın bölgesel planlarının maşası olarak, dirilen Şah İsmail dailiğinin bir uzantısı haline gelmiştir. İsrail olayları üzerinden suret-i haktan görünerek tehlikesini daha da artırmıştır. Kuseyr olayları ise bir milat olmuştur. Hizbullah ve İran, Irak ve Afganistan’dan sonra Suriye’de de uyguladığı mezhepçi politikalarla Şarku’l Avsat gazetesinden Muşar ez Zaydi ve En Nehar gazetesinden Ali Hammade’nin ifadesiyle Sünnilerin içindeki vahşi yani canavarı uyandırmıştır. Çoğunluğu kışkırtmıştır. Kontra Kuseyr saldırısının mezhep savaşına ve kamplaşması haline dönüşmesiyle birlikte ok yaydan çıkmıştır. Seyirci makamındaki Körfez ülkelerini bile kabuğundan çıkartmıştır. Halbuki, herkes Suriye’de düşük yoğunlukta bir mücadeleyi yeğlemekteydi. Körfez ülkeleri altlarındaki zapt edilemez devin uyanmasını istemezler. Bu dev sadece İran’ı değil uyandığında yerleşik rejimleri hatta bütün dünya düzenini tehdit edecek ve yutacak niteliktedir. İran ve milisleri önceki statüyü yani uysallığı rehavet olarak algılamışlardır. Ama buna ister canavar ister dev diyelim uyanmaktadır. Karşı dalga sönerse dev sakinleşebilir. Burada bölgesel Şii azınlıklara büyük sorumluluk düşmektedir! Şah İsmail’den sonra ikinci kez İran’ın yayılmacılığının yakıtı olmaktan kaçınsın ve sakınsınlar. Dalgaya kapılacak olurlarsa gelecek süreç zor olacaktır. Burada iğneyi kendimize batırmak gerekirse, Sünni toplulukların da bu mezhebi azınlıklara ulaşamamada bir eksiklik ve belki kusurları olabilir. Lakin asıl kusur nefret kimyasındadır. Esbap ne olursa olsun tarihin önünde yeni bir imtihanla karşı karşıya kaldığımız bir gerçek.
İran’a paralel bir de Gezi Parkı örneğinde olduğu gibi ulusalcılar da dindarların sabırlarını test ediyorlar. Bu hususta Bediüzzaman’ın haber verdiği günlerin eşiğinde olmalıyız: “Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i Âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız…”
Dev bölgeden sonra Türkiye’de de uyanıyor. Bu devi uyandıranlar, hamiyetini feveran ettirenler yanlış hesap içindeler. Lakin akılları, basiretleri olmadığından hesapları da yoktur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.