Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Mehmed Âkif

Mehmed Âkif

âkif demek salt şiir ve san’at demek değil, âkif demek, öncelikle sapa sağlam bir iman demektir…
âkif demek, ahlâk demektir…
Ve âkif demek, aradığımız “model insan” demektir…
Binaenaleyh, âkif’i konuşmak, ihtiyacımız olan “insan”a ulaşmak için adımlar atmaktır.
çünkü âkif, “insan”ı “Ahsen-i takvim” sırrıyla hayatın merkezi sayan ve “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” anlayışını hayat felsefesi yapan idrakin ürünüdür…
âkif, aşiretten devlet çıkaran “inşa”nın ürünüdür…
âkif, “İ’lâ-yı kelimetullah”a kendini adayan “ihya”nın ürünüdür…
âkif, “Bizans bir gün mutlaka fethedilecektir” fermanını yüreğine sarıp yürüyen “ihlâs”ın ürünüdür…
âkif, “Dünyayı bir padişaha çok, ama iki padişaha az” bulan iradenin ürünüdür…
Mehmed âkif, imanlı, kararlı, yararlı, ahlâklı, adâletli, şefkatli, izzetli, faziletli, fedakâr, paylaşımcı, sevecen ve vakur “Osmanlı insanı”nın, son yansımalarından biridir.
Asıl kudreti de işte buradadır, gücünü buradan almaktadır.
Şiirinin kudret kaynağı imanıdır!
Zaten âkif’i edebi san’atıyla, şiirdeki maharetiyle değil, imanından ve âmâlinden gelen kuvvetiyle anıyoruz…
O kuvveti selamlıyor, o kuvvette yeni sentezlere ulaşmaya çalışıyoruz.

1877 yılında İstanbul'da doğdu. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Temiz Tâhir Efendi’dir. İlk tahsiline Emir Buhâri Mahalle Mektebi’nde başladı. İlk ve orta öğrenimden sonra mülkiye mektebine devam etti. Babasının vefâtı ve evlerinin yanması üzerine mülkiyeyi bırakıp baytar (veteriner) mektebine girdi ve birincilikle bitirdi. Fransızca ve Farsça öğrendi.
Zirâat Nezâreti’nde baytar olarak görev aldı. 1893’te başlayan memuriyet hayatı 1913’de bitti.
1908'de ilân edilen İkinci Meşrutiyet’le birlikte yayın hayatına girdi. Şiirlerini bu tarihten itibaren Sırât-ı Müstakîm’de yayınlamaya başladı.

En ustaca yazılmış biyografiler bile sahibini anlatmaz. çünkü dış görünüşler genelde yanıltıcı ve aldatıcıdır. Ayrıca insanı “insan” yapan şey, bir başka deyişle, bir çocuğu Mehmed âkif’e dönüştüren mucize, kuru biyografik bilgilerde değil, ruh haritasında yazılıdır.
Şiirleri onun ruh haritasıdır…
Kıblenâmesidir…
Böyle olduğu için bugün bile ihtiyaç duyduğumuz enerjinin kaynağı olabilmektedir.
Düşünün: Balkanlarda Müslüman unsurlara yönelik olumsuz gelişmeler yaşanırken, yani Bosna-Hersek ve Kosova halkı Sırplı kasapların katliamına maruzken, dilimize âkif’in şu şiiri dolanmadı mı?
“Basacak mıydı, fakat göğsüne Sırp’ın çarığı
“Serilip yerlere binlerce şehidin sarığı…
“Ne ihtiyar seçiyor bak, ne kimsesiz tanıyor
“Beş altı günde otuz bin can boğazlanıyor!

âkif, Birinci Cihan Savaşı günlerinde, Teşkilat-ı Mahsusa (devletin gizli teşkilâtı) tarafından Berlin'e gönderilmişti. O esnada çanakkale Savaşı patladı. âkif, çanakkale Savaşı’nın gidişatını Berlin'e ulaşan haberlerden izledi. Batı uygarlığının vahşete dönüşmesini ibretle gözlemledi. Batı’nın maskesini yırttı ve geleneksel vahşetini tüm dünyaya ifşa etti:
“Ah, o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
“Ne kadar gözdesi mevcut ise, hakkıyla sefil…
“Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
“Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.”
çanakkale savaşları sonrasında gelen işgaller tüm duygularını incitti. Zaman zaman o hale geldi ki, kuşların özgürce uçup ötüşünü bile kıskanmaya başladı. “Bülbül” şiiri böyle derin bir yorgunluğun eseridir:
“Eşin var âşiyanın var, bahârın var ki beklerdin,
“Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?
“O zümrüt tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun,
“Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun!
“Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
“Gezersin hânumânın şen, için şen, kâinatın şen!”
Köşe yazılarının daracık dünyasına sığacak gibi biri değildir o, bizzat okunması, kavranması, üzerinde çalışılması gerekiyor.



Serdar Arseven
Cumartesi Sohbeti
-Pakistan’da, muhalefet lideri Butto’nun öldürülmesi… Bu ülkenin bir türlü huzur bulamaması… Neler düşündürür size?..
-Cuntacılarını yargılayıp, cezalandırmayan ülkenin düze çıkması mümkün değildir… Bunu düşündürür.
-Pakistan’ın problemi bu mu?..
-Evet, Pakistan militarizmden çekiyor…
-Şöyle desek: “Pakistan ‘da’ militarizmden çekiyor!..”
-Hayır öyle demeyelim!.. Bu darbe- muhtıra muhabbetini lütfen Pakistan’la sınırlı tutalım!..
-Tamam öyleyse. Pakistan’dan devam ediniz lütfen…
-ABD’li şahinler, Müşerref Darbesi öncesinde, “Pakistan’ın sahip olduğu nükleer gücün İslâmcıların eline geçmesinden endişe ettiklerini” dile getiriyorlardı. Bu şahinlerin Yahudi olduklarını ve meseleye İsrail’in güvenliği açısından baktıklarını unutmamak gerek. Pakistan’ın nükleer gücünün “Müslümanların” eline geçmesi İsrail’in sonu olabilirdi. Bunun olmaması için de…
-Darbe yaptırıldı, öyle mi?.. ‘Bizim çocuklar” görevlendirildi?..
-Hop!.. Pakistan’ı konuşuyoruz… Lütfen!..
-Tamam… Pardon!.. Müşerref ABD’nin darbecisi… öncelikli görevleri de…
-ABD’nin Afganistan’ı işgali sırasında, Pakistan’daki Talibancılardan gelecek tehdidi bertaraf etmek… Ve söyledik: İsrail’i tehdit eden nükleer gücün “Müslümanların” eline geçmesine mâni olmak.
-Bu vazifeleri yerine getiremedi mi?..
- Müşerref, El Kaide’yle mücadelede başarısız oldu. ABD karşıtı hareketleri bastıramadı. Süper güç taşeronluğu, kaplan sırtında seyahat etmeye benzer!.. ABD, Müşerref’in kontrolü daha fazla elinde tutamayacağını gerçeğinden hareketle, sırtında gezdirdiği darbeciyi yemeye karar verdi. Bundan sonrası ülkedeki karışıklığın bu kez Müşerref’i devirmek için ABD tarafından kullanılan “siyasiler” aracılığıyla tırmandırılması… Son cinayet… ülkenin karanlık bir geleceğe sürüklenişi… Ve ABD’nin darbelerle yorduğu ülkeyi işgale hazırlandığına ilişkin senaryoların birbiri ardına gündeme getirilişi…
-Müşerref’in kendisini Genelkurmay Başkanlığına getiren Başbakan Nevaz Şerif’i alaşağı ettiğini görüyoruz…
-Evet… Kendisini Genelkurmay Başkanı yapan adamı alaşağı etti. Hem de, “ulusalcı” söylemle… Pakistanlı generallerin ‘ulusalcı’ söylemlerinin ardındaki ‘gerçekleri’ ıskalamamak lâzım. ABD güdümlü Müşerref, darbeye ‘ulusalcılık’ kılıfı geçirdi. Nevaz Şerif’i, Pakistan’ın “ulusal dâvâ”sı Keşmir’i “satmakla” suçladı. ABD uşaklığı ile suçladı. ABD güdümlü darbeye kılıf olarak “ABD karşıtlığı”nı ve “ulusal dâvâ savunuculuğu”nu kullandı.
-Pakistan’ın yaşadıklarından çıkarılacak dersler yok mu?
-Sadece Pakistan’la olmaz. İspanya’ya da bakalım, dersin tamamlanması için. İspanyol Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın iki numaralı ismi General Jose Mena Aguado, bir süre önce radyodan hükümete kafa tutmuştu, hatırlarsınız. General, “anayasal sınırların aşılması” halinde “askeri müdahalenin söz konusu olabileceği” tehdidini savurunca… Yani “muhtıra” vermeye cüret edince… İspanyol kamuoyu ayağa kalktı. Derhal Savunma Bakanlığına “çağrılan” İspanya Genelkurmay Başkanı Felix Sanz Roldan, ‘darbe imasında bulunan’ General’in görevden alınacağını ilân etti. “Muhtıracı General” bu açıklamadan kısa bir süre sonra görevden alındı ve hapisle cezalandırıldı. İspanya’da yaşananlardan ders alsın Pakistan…
-Sadece Pakistan mı?..
-Evet, sadece Pakistan!.. Başka bir ülkeden bahsetmiyoruz. Dersimiz sadece Pakistan’la sınırlı! Bakın… Şu çok dikkat çekici ki; “Ne yani asker olan bitene sessiz mi kalsın” diyen sapıklar yok, İspanya’da… Böyle olunca da, kişi başına gelirde mesela Pakistan’ı 30’a katlayan bir ülke çıkıyor karşımıza. 1936-1975 arasında askeri diktatörlükle yönetilen, 1981’de de, Tejero adlı bir sapık yarbayın darbe girişimine maruz kalan İspanya, bugün “askerlerini” görev alanlarında tutabilmiş olmanın rantını yiyor. Pakistan ise, işbirlikçi darbecileriyle akla gelen bir ülke olarak… Maalesef, sürüm sürüm sürünüyor!..
-Bir de Yunanistan örneği var…
-Evet uzatmak istemiyorum. Cunta döneminde kişi başına geliri Türkiye’den az olan Yunanistan da bugün Pakistan’ı otuza katlıyor…
-Bizi katlamıyor mu?..
-Bizi boşver!.. Yunanistan darbecilerini yargılayıp cezalandırmayı başardı ya, sen ona bak!.. 1974 sonrasında yargılayıp cezalandırdıktan sonra da, Pakistan’ı kaça katladı!.. Sen Türkiye’yi boş ver de, Pakistan’a bak!..

-Bir soru daha sormak istiyorum, ama kızmak yok!..
-Tamam, kızmak yok. Söz.
-Pakistan’da “andıç” olmuş mu?..
-Bu soruyu duymamış olayım!..
-Tamam, son sorularım: 1 Ocak 2008’e nerede giriyorsunuz?..
-Ya canım sıkkın, İbo’nun filan bayram programları ilgi azlığından dolayı iptal edilmişti. Yılbaşı gecesi de, pek ilgi yokmuş… Onun için kendi otelinde program yapacakmış.
-Ben sizin ne yapacağınızı sormuştum…
-Benim ne yapacağımı boşver de… İstanbul’daki polis memurları ne yapacak, onu sor...
-Ne yapacak?..
-Ayyaşlarla uğraşacak!..
-Ne yapsın, görevini yapmasın mı?..
-Doğru… Polisimizi bu işlerle uğraşmak mecburiyetinde bırakan düzen utansın.
-Yılbaşı gecesiyle ilgilenmiyorsunuz galiba?.
-TV 5 Abdi İpekçi’de ‘kardeşlik gecesi’ düzenliyor. Katılmam yönünde ricalar var. Belki orada olurum. Kur’an-ı Kerim tilâveti, ezgiler, türküler, ilâhiler ve marşlar… Gidersem oraya giderim. Ya da hiç belli olmaz. Türk Polisi’nin sarhoşlarla uğraşmaya nasıl mecbur edildiğini yerinde gözlemek de yapmayacağım işlerden değil.
-Son mesaj?
-Ya, hiç anlamıyorum. “1 Ocak” niye resmi tatil olur acaba?..
-“Yılbaşı gecesi sızanlar, rahat rahat ayılsınlar diye.” Doğru mu?..
-Doğru mu bilemem de… En azından “yalan” değil!..


Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi