Efendimiz'in (sav) kapısını çalmak
Peygamber şehri Medine’deyiz. Mekke’den sonra Medine’ye geldiğimizde herkes gibi bizde iki şehir arasındaki farkları hemen hissediyoruz. Mekke birçok açıdan biraz serttir; Hz. ömer tabiatlıdır. Medine ise halim-selim bir yapıya sahiptir; yani Hz. Ebubekir tabiatlıdır. Bunun için Mekke’de Allah’ın Celal sıfatlarının, Medine’de ise Cemal sıfatlarının tezahürlerini görüyoruz.
Mekke’den otobüslerle yola çıktığımızda Kâbe’den, yani Hz.İbrahim’in şehrinden ayrılmanın hüznü sarıyor bedenlerimizi ve son bir kez otobüsün içerisinde bile olsa Kâbe’nin bazen matem, bazen izzet ve şeref timsali olan o siyah örtülere bürünmüş haline selam veriyor; “senden ayrılıyoruz ama seninde çok sevdiğin Efendiler Efendisine gidiyoruz” dediğimizde, sanki Kâbe’nin “Benden selam söyle o Resulü Kibrayaya” sözünü işitir gibi sarsılıyoruz.
Şimdi hicreti yaşama adına Mekke’den Medine’ye doğru yol alıyoruz. Otobüste Allah Resulü’nün hayatında çok önemli bir dönüm noktası olan hicreti anlamaya, ondaki stratejiyi, ölçüyü, teslimiyet ve tedbir dengesini kavramaya çalışıyor; neden Hz. ömer’in onlarca teklif arasından hicreti esas alarak takvim başlangıcı olarak seçtiğinin hikmetlerinin izini sürüyoruz.
Medine’ye yaklaştıkça sabırlar zorlanıyor, heyecanlar artıyor, selat ve selamlar gözyaşlarına karışarak daha biz gitmeden Yeşil Kubbe’nin sahibine ulaşmaya başlıyordu.
Şimdi adım adım içinde binlerce hatıranın olduğu yeryüzünün Kâbe’den sonra en kutsal mabetlerinden biri olan Mescid-i Nebeviye yaklaşıyoruz. âlemlerin Sultanın huzuruna çıkmadan üzerimizdeki bir selamı sahibine ulaştırmak istiyoruz. Yeşil Kubbe’nin tam karşısına geçiyor, oraya yaklaşık 20–30 adım kala duruyoruz. Herkesin sıradan bir mermer parçası zannedip, üzerine basıp yürüdüğü bir mekânda biz biraz duruyor ve “Ey güzel mekân! Sana İstanbul’un selamını getirdim” diyoruz. Burası Ebu Eyüp el-Ensari’nin Yemenli Hanif Ebu Kerb’ten nesiller öncesinde devraldığı ev, yani burası Efendimiz’i 6–7 ay misafir olarak ağırlayan evin yeridir.
Ebu Eyüp el-Ensari’nin selamını iletip, oranın da selamını alarak Yeşil Kubbe’ye doğru adım adım ilerlemeye başlıyoruz. Ne müthiş bir ruh hali, ayaklarımız yerden kesilmiş, sanki yürüyen biz değilmişiz gibi o rahmet ve merhamet abidesinin kapısını çalmaya gidiyoruz.
O Zat-ı Muhterem’in kapısına doğru yürürken birden aklımıza Kaside-i Bürde’nin Türkçe söyleyişinin bir kıtası geliyor. Terennüm ediyoruz:
Gün olur bir olay gelirse başa
Kesip ümidi düşme telaşa
Kereminden mahrum eder mi haşa
Resul’ün yaktığı meşale sönmez
O kapıyı çalan eli boş dönmez
O kapıyı çalan eli boş dönmez umudu ile “Es selamu aleyke Ya Resulullah” deyip, selam çaktığımızda, O yüce ruhu ne kadar incittiğimiz aklımıza geliyor, yüzlerimiz kızarıyor, kelimeler boğazlarda düğümleniyor, keşke sana bir buçuk milyarlık ümmetinden güzel haberler getirebilseydik diye içerlemeye başlıyoruz. Bu tarz düşüncelere rağmen Efendimiz’in (s.a.v.) o engin ve bitimsiz şefkatini hatırlıyoruz. O’nun (s.a.v.) 13 yıl Mekke’de kendine yapmadığını bırakmayan o insanları af edişini, mübarek başından aşağı deve işkembelerini bırakanları bile bağışlamasını, yürüdüğü yollara dikenler serpenleri bile bağrına basışını, Taif’te neyi ne adına taşladığını bilmeyen çocuklara bile dua edişini, Uhud’da kırılan dişlerine, başındaki miğferin halkalarının yanaklarına batışına aldırmadan “Allah’ım onlar beni bilmiyorlar; bilselerdi yapmazlardı” diye yalvarışını, hanımı Hz. Aişe’ye ifk hadisesinde iftirayı atanları bile kınamayışını, Vahşi’yi, Hatıb b. Ebi Belta’yı ve daha nicelerini işledikleri cürümlere rağmen bağrına basışını hatırlıyor, bunların selamını alan herhalde benim de selamımı alır diye ümitle yanıp tutuşuyoruz.
Havf ve Reca/ Korku ve ümit arasında gidip gelen ruh halimizle, birer selam da Efendimiz’in sağının adamı Hz.Ebubekir ile solunun adamı Hz. ömer’e çakıyoruz. “Kişi sevdiği ile beraberdir” nebevi müjdesini bizzat gördüğümüz bu tabloda Peygamber’in şehrinde, O’nun güzel talebesi Enes b. Malik’in sözünü hatırlıyoruz. Enes b. Malik bu korkularla yürekleri yerinden fırlayacak gibi olanlara şöyle diyordu: “Efendimiz’den duyduğumuz; ‘Kişi sevdiğiyle beraberdir’ sözüne sevindiğimiz kadar başka hiçbir şeye sevinmiyorduk. çünkü bu söz bizim için adeta bir düğün, bayramdı. Bu sözü her duyuşumuzda diyorduk ki; Bizler Hz.Peygamber’i, Hz.Ebubekir’i ve Hz.ömer’i çok seviyoruz. Her ne kadar amellerimiz onlarınki kadar olmasa bile sevgimizin hatırına ahirette onlarla birlikte olmayı ümit ediyoruz.”
O günün insanının dünyasını düğün bayrama çeviren bu söz, bizlerin de dünyasını aydınlatıyor, ümitlerini yeşertiyordu. Ve bir dua ederek ayrılıyoruz âlemlerin Sultanının huzurundan: “Ya Resulullah! Ellerimizden tut ki seni memnun edecek, Rabbimizi hoşnut edecek bir hayatın sahipleri olabilelim.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.