“Hazret-i Hüzün Sünnetlerin Efendisidir”
Düz mânasıyla hüzün, kalp üzüntüsü, gam ve keder gibi iç ve dış sıkıntının tesirinden dolayı hissedilen ruhî ve fizikî acılardır. Hüzünden muradım olan târif ise, mânevî kayıp ve eksiklerden dolayı hissedilen ıstırap ve hasretlere istinat eden tasavvufî hâllerden bir “hâl”dir. Tasavvuf ehli hüznü, neşe, sevinç ve sürûrun mukabili olarak bilip gönlüne koyar.
Evvelemirde, hüzünle ahbap olmak isteyenler lügatimizde hüzünden meydana gelen şu kelimelerle akraba ve hâldaş olması gerek: Hüzn-âlûd: Hüzünlü, kederli, kaygılı. Hüzn-âmiz: Hüzünle, gamla, kederle karışık. Hüzn-âver: Hüzün getiren, hüzün veren. Hüzn-efzâ: Hüzün, gam, keder artıran. Hüzn-engîz: Hüzün koparan. Hüzzâm: Türk mûsikisinde koyu hüzün arz eden bir makam adıdır.
Âlimlerin kitaplarından öğrendiğime göre, hüzünle ilgili kavramlar hüzne dolaylı olarak işaret edilen âyetlerdeki mânaya uygun olarak kullanılmış. Kur’ân-ı Kerim’de hüzün, otuz yedi âyette geçmekte ve ekseriyetinde müminlerin âhirette üzüntüsüz bir hayat yaşayacağı haber verilmektedir. Âyetlerde geçen “üzülme” veya “üzülmeyiniz” şeklindeki ifadelerle asıl mânasıyla hüznün kastedilmediğini tefsir eden âlimler var.
Hz. Peygamberimizin, “Allah’ın, musibetler sebebiyle yaş döken gözleri, hüzünlenen kalpleri azaba uğratmayacağı” ifadeleriyle hüznün mevzu edildiği hadisler, Sahîh-i Buhârî’de mevcuttur. Bu mânada hüzün, dünya imtihanı bakımından sıkıntı, hastalık, belâ ve elem anlamıyla açıklanmıştır. Bu sıkıntıların muhatabı bu dertleri ulvî yolda bir hüzne dönüştürürse manevî mertebesinin artacağı mesajı da verilmektedir.
“SENETÜ’L HÜZÜN”
Hz. Hatîce ile Ebû Tâlib’in peş peşe vefatları Efendimiz (s.a.v)’i derinden üzdüğü için onların vefat senesine “senetü’l-hüzün” adı verilmiş, hayatı bir hüzün ikliminde geçtiği için “Hüzün Peygamberi” denilmiştir. Sezai Karakoç’un “Yitik Cennet”inde anlatıldığı üzere bütün peygamberler hüznün temsilcisidir. Mukaddes hüzün, peygamberlerden ve enbiyadan neşet etmiştir. Hz. Âdem, ayrıldığı cennetin hüznüne muhatap ilk hüzünkârdı. O’dan sonra yeryüzünün hüzün çilesi büyük hüzünkâr Hz. İbrahim’le başlar ve Hz. Mûsa’dan Hz. İsa’ya kadar bütün nebi ve son Peygamber Efendimiz ( s.a.v.)’le devam ederek en yüce mâna ve mertebesine ulaşır.
Mutasavvıflar hüznü manevî bir disiplinin unsuru olan “hâl”lerden sayarlar: “Tarikat-ı âliyenin ruhu hüzündür. Hüzünsüz düşünün bakalım, ne düşünebiliyorsunuz. Hüzünsüz zikredelim haydi; ondan ne fikir doğar? Hüzünsüz ibadetler kâmil ibadet değildir. Dolayısıyla o ibadetlerden kemalât-ı insaniyye mevlûd olmaz. Hazret-i hüzün belki de Sünnetlerin efendisidir. Ya da hazret-i hüzün kamû Sünnetlerin neticesidir. O yüzden tarikatın gayesi seyf-i şeriatla (Kitab ve sünnetle) şerha şerha olup nihayet de bu hüznü hâlet-i dâime durumuna getirmektir. Eğer hüzün bizde yoksa tarikata iyi çalışmıyoruz. Hasret, âhu enîn, gözyaşı ve hüzne yol açmayan ilim, gereğiyle amel edilmeyen ilimdir. İnsanı hizaya getiren, uyaran, ‘kalk’ veren bir hâletten bahsediyoruz. Yani ümmül-hayr olan hüzünden.”
HÜZÜN: MUHATARALI BİR YOL
Şeyh Galib, “sırrını fâş eyleme ağyare” diyor. Yâni tasavvufî bir hâl ise sırrın, onu ham ervahlara açma. Nâçiz hüzün yazılarımızı perdesiz gözüyle ve hüsn-i kalple okuyacak ârif kişileri “ağyar” görmediğim içindir ki, bir “hâl” olarak yaşadığım hüzünle “yakîn”lığımı hurufatlara dökmekte bir beis görmedim. Bu dost kelimenin İslâm düşüncesindeki mânasını ürkerek araştırdım. Araştırmalarım sathî olsa da endişeye mahal olmadığını anladım.
Aklı esas alan bir kısım Kelâmcılar, Selefî ve Mutezilî âlimler hüzne geçit vermiyorlar. Bu anlayışa göre hüzün, insanın fizik ve psikolojik yapısının duyduğu acı, ıstırap ve elem olarak târif edilmiş ve kesbî olup bu “hâl”den geri dönülebilen bir “haz”dır. Bu târifle, hüzne yüklediğim mâna uyuşmamaktadır. İtikadî noktadan “hâl”imin ifsad edici olup olmadığı vuzuha kavuşmamış olarak görünmekte ve tehlikeli bir yola girdiğim ortaya çıkmaktadır.
AKILCI ÂLİMLER “HÜZÜN HAZ VE HASTALIKTIR” DİYORLAR AMA…
Birçok İslâm âliminin hüznün nâmı hakkında görüşleri var. Zekeriya er-Râzi, haz ve elemi birlikte değerlendirerek hazzın elemden ayrı bir şey olmadığını, elemin hazdan önce geldiğini, hazzın tekrar eleme dönüşeceğini ve kısır döngünün mutluluk arayışına esas olamayacağını belirtmiş. Yâni haz, acı duyan insanın bu hâlden kurtulup tekrar normale dönmesi sırasında duyduğu bir teessürdür.
Kindî’ye göre, “Hüzün, sevilen nesneleri kaybetmekten ve elde edilmesi talep olunan nesnelere ise ulaşamamaktan kaynaklanan nefsanî acıdır. Hüznün iki sebebi var: Mahbubâtı kaybetmek ve matlubâtı elde edememek. Hattâ tedavi edilmesi gereken bir tür hastalıktır.”
Dücane Cündioğlu, Kindî’nin târifine, “Ne büyük yanılgı. Çok yazık, mülkiyetin hakikatini idraki, ancak ölümün idraki kadar uzak insana” diyor. Kindî çizgisinde kanaat belirten İbn-i Sina, Nasîrüddîn-i Tûsî, İbn Teymiyye, İbn Cevziyye gibi âlimler hüznün “vehbî hâllerden olmadığını, kuldaki iradeyi aşındırdığını, seyr ü sülûk şevkini kırdığını ve hüzne delil gösterilen âyet ve hadislerin yanlış yorumlandığını” belirtmişler. Dahası “bir ahlâk ve ruh sağlığı problemi olup, kontrolsüz öfke, acı, ihtiras gibi duyguların baskısıyla ortaya çıkan taleplerin sebep olduğu mutsuzluklardır” diyerek hüznü “kesbî” hâllerden saymışlardır. Hüznün aleyhinde olan âlimlerin görüşünün özü şudur:
“Sevilen şeylerin elden gitmesinden ve talep edilenin elde edilememesinden doğan nefsânî elemdir. İçinde yaşanılan oluşma ve bozulma (kevn ve fesad) âleminde kayıplardan kurtulmak mümkün olmadığına göre insan, değişen ve elden giden geçici nimet ve imkânlar yerine her zaman kalabilen ahlâkî ve aklî erdemleri aramalı ve akıl âleminden seçmelidir. Ahlâk, bir bakıma ruh sağlığı olduğuna göre bu rahatsızlıkların tedavi edilebilmesi öncelikle onların akılla bilinmesi gereklidir.”
HÜZÜN BİD’AT BİR “HÂL” DEĞİLDİR,
Hüznü, fazilet ve “vehbî hâl” lerden sayanların başında ise, Hace Abdullah Herevî ve büyük tasavvuf erbabı Hasan-ı Basrî gibi mutasavvıflar vardır. Bu zâtların târiflerine bakıldığında hüznün bid’at hâllerden olmadığını, daha çok o hâli yaşayanın ulvî maksadının bir vasıtası olabileceğini anladım. Herevî, hüznü “havf”, “huşu”, “zühd” ve verâ” gibi aynı mahiyette bir vehbî hâl olarak tasavvufî erdemlerin başında gösterir.
Onun, “Hüzün, kulun ilahî mazhariyetlere yönelik istek ve arayışıdır. Sufîyi içinde bulunduğu durum hakkında sürekli düşünmesini ve kendini yetersiz görmesini sağlayan olumlu bir şuur hâliyle nefsi temizlemenin ve daha yüksek makamlara çıkmanın bir vasıtasıdır hüzün” târifi ilk mutasavvıflara ölçü olmuştur.
Hüznün yoldaşı tasavvuf mektebinin ilk dervişlerinden Hasan-ı Basrî, “Mü’mini, dinî yolda ancak korku ve hüzün rahatlatabilir. Kur’an’ı doğru okumuş ve iman etmiş bir kimsenin mutlaka hüznünün artacağı ve gözyaşlarının çoğalacağını, mümini ancak hüznün rahatlatabileceğini” belirtiyor. Dahası “hüzünlü ve soluk yüzlü olmayı Kur’an’a inanmanın alâmeti” sayıyor. Bundan dolayıdır ki etrafındaki zahidler ona “ Hüzünle dost olmuş, kaygı ve kederle kaynaşmış, uyku ve istirahatı yitirmiş” derler.
Sufîler için “Her nevî hüzün fazilettir ve mümin için ziyadeliktir. Fakat hüznün sebebinin günah olmaması şarttır.” Farklı düşünen sufîler de var: “Ahiretle ilgili hüzün iyi ve güzel; dünya ile ilgili hüzün kötü ve çirkindir.”
Tasavvuf âlimlerinin hüzne yükledikleri mânanın hülâsası şöyle: Hüzün, yüksek bir makam ve fazilettir. Sufiler, hüznü, Allah ile yakınlaşmanın ve O’na ulaşabilme yolundaki ünsiyetin ve kurbiyetin bir hâli olarak anlarlar. Allah sevgisine mazhar olabilmenin istek ve arayışının ifadesidir. Hüzün duymamak eksikliktir. Sufi, hüzün duymadığı vakit iç evinde ağlar. Çünkü hüzün, sufinin sürekli Allah yolunda bulunuşu esnasında kalbinin tezkiyesidir. Hüzün varsa, kalbin var demektir. Kalbi olmayanlar hüzünlenmezler. Hüznü bilmek ve yaşamak, gerçek sufîliğin hâllerindendir. Hüznü olmayan sufî daha hamdır. Allah ve Resûlünün yolunda tâlim yapılan dergâhlar Bâb-ı Hüzün’dür, yani hüznün kapısıdır.
HÜZNE GEÇİT VEREN ÂLİMLER
Günümüzde Mutezilî anlayışla hüzünden âzade yaşayanlara ve hüznü lüzumsuz görenlere, “hüzün, iffetin timsâli Hz. Meryem’in kucağındaki bebekle halkın arasına gelişidir, hüzün asildir, üzüntü sefildir” diyen ehl-i irfanın sözleriyle karşılık vermeyi ve Gazâlî’nin, “Kur’an-ı Kerim hüzün ile inmiştir” sözünü hatırlatmayı bir vazife sayıyorum kendime.
Gazâlî, “Hüzünlenmenin yolu, Kur’ân’daki tehdit (manevî anlamda korku verme), mîsak ve ahidleri düşünmektir. İnsan, Allah’ın emirleri ve yasakları karşısında kendi kusurlarını düşünerek hüzünlenir ve ağlar. Kalpleri tertemiz olan kimselerin yaptığı gibi hüzünlenip ağlayamazsa, o zaman hüzünden mahrum olduğuna ağlasın. Çünkü bu, musibetlerin en büyüğüdür” diyerek, hüzün mevzuunda akılcıların ve mutasavvıfların nerede duracağını işaretlemiştir. Böylece imanla bir problemi olmadığına inandığım hüzne tam teslimiyetle sarıldım.
Bu noktadan sonra müracaat ettiğim Hucvirî’nin görüşleri sevindirici idi. Prof. Dr. Erol Güngör’ün “İslâm Tasavvufunun Meseleleri” nden okuduğum Hucvirî’nin hüzne bakışı hüzün ilgili tereddütlerimi yok etti:
“HÜZÜN, MÂŞUK VE MAHBÛBUN KAYBIDIR”
“Vecd ve vücud isim-fiillerdir, bunlardan birincisi hüzün, öbürü ise bulma mânasına gelir. Bu tâbirler sûfiler tarafından sema’ (işitme) sırasında tezahür eden iki hâle işaret etmek üzere kullanılır. Bu hâllerden biri hüzünle, diğeri ise arzu edilen şeyin elde edilmesiyle ilgilidir. Hüznün gerçek mânası Sevilen’nin (ma’şûk veya mahbûb) kaybı ve murad edilen şeyi elde edememe demektir; bulma’nın gerçek mânası ise arzu edilen elde edilmesidir. Hüzn ile vecd arasında şu fark vardır ki hüzn tâbiri bencil keder için kullanılır, halbuki vecd, muhabbet yolunda bir başkası için duyulan hüzün demektir; Vecdin mahiyetini izah etmek imkansızdır. Zîra vecd gerçek görüş (keşf) deki elemdir.”
Gönül huzuruyla ifade etmeliyim ki, yaşadığım hüzün, Hucvirî’nin “muhabbet yolunda bir başkası (Cenab-ı Hakk) için duyulan hüzün” ifadesiyle aynı mânadadır ki, hüznüm bencil bir keder değil, vehbî bir hâldir. Hucvirî’nin hüzne bakışı, kalbimi daha da rahatlattı:
Hucvirî’nin şu sözleri de, bir “hâl” olarak hüznü tercih edişimde bir sakınca olmadığını teyit ediyor: “Vecd, İslâm tasavvufunda gaye olmaktan ziyade vasıta değeri taşır. Hayatın gayesi vecd değildir, vecd’in götürdüğü yerdir.”
Derûnumdaki hüzün, Hakk’a götüren vasıtalarla hemhâl olmamı sağlayan ve daima “yolda” olmanın aşkınlığını yaşatan bir “hâlin adı olduğu için bahtiyarım.
---------------------------------------------
İLÂVE YAZI:
MÜBAREK RAMAZANDA SEVİNDİKLERİM
Ey azizan! Mübarek Ramazanı fikir ve muhabbet neşvesi içinde dostlarla geçirmek ne güzel. Mağaramızın hâdimi ve ileri gelenlerinden Muzaffer Hocam, Fikir Dükkânı’nın, resmi adıyla Türkiye Yazarlar Birliği Şehr-i Maraş Şubesi müdavimlerine iftar verdi ki iki kuşak bir aradaydı. Çoktandır böyle duygulanmamıştım. Gösterişten uzak anlamlı bir iftardı. İrfanımıza uygun hayli sade ve israfsız iftar sofrası, tahmin edilenin üstünde misafirlerin de gelmesine rağmen akla ve hesaba sığmayan bir şekilde herkese fazlasıyla yetti. Onca dost, iftarını ettikçe sofra bereketlendi ve hattâ arttı. Pozitivistler ve akılcılar böyle şeylere inanmazlar.
Muzaffer Hocam iftar sonrası Savaş hocanın hakkında konuştu; “onu takip ediniz, o çok derin bir misyonun sahibidir, her yerde eli ve ayağı vardır…” dedi. İftardan aklımdan kalan en veciz hâdise ise, İsmail Göktürk’ün on yedi yaşında İmam Hatip son talebesi oğlu Memduh Göktürk yanında dokuz, onüç ve ondört yaşlarında üç talebeyle gelmişti. İftarda onların yanında oturdum ve “Memduh, bu genç arkadaşlarımız kimler olur?” dedim. Göktürklere has kendinden emin bir ifadeyle, “Vakıf’tan öğrencilerim olur…” dedi. Bendenizde ne açlık kaldı, ne baş dönmesi. Bu iftarın nizam ve organizesini sağlayan Fikir Dükkânı’nın Mesul Müdürü H. Ahmet Eralp’e fikirli çayları iftara yetiştirdiği için kalbî teşekkürlerimi sunarım.
Sevindiğim vakalar çok. Uzun bir ayrılıktan sonra Cüneyt Cesur, Murat Yücel ve Yunus Barman’ın Dükkânı’mıza gelmelerine sevindim. Cüneyt Cesur tıpkı kendine benzeyen oğlu Mehmet Âkif’i de yanında getirmişti. Delikanlı olmuş. Cüneyt Cesur küçülmüş on dört yaşına inmiş sanki. Bu arada uzak gurbetten gelip iftara katılmadan dönen güzel dost Mustafa Günalan’ın da gelip gitmesi sevindiklerim arasındadır.
Sevindiğim bir vaka da tesbihin dostu, tesbihdar, şair ve bizim insanımızın hikâyecisi Hasan Ejderha dostuma mübareklerin parmağında döndüğünü hissettiğim ve piyasada pek rastlanmayan bir tesbih tablosu resmini hediye olarak postaladım, ona sevinirim.
Bir başka sevincim de aziz dost Enver Çapar'ın şiir yazmasıdır. Tavsif etmek haddim değil ama "Oruç ve Çocuk" şiiri hem başlığı güzel, hem muhtevası. Başlığın tedaisi çok güçlü ve zengin. Çağrışımları yüzde yüz yerli. Muhteva da öyle. Bizim kültürümüzde çocuğa oruç diliyle bakışımızı dile getirmiş şiir. Şiir ölçülerimize son derece uygun. Çünkü mısralarda ahenk ve ses, mûsiki ile kafiyenin bütünlüğü büyük ölçüde sağlanmış. Hâsılı yerli bir şiir. En önemlisi de Türkçe muallimi Enver Çapar isminin şiir yazıp Yoldaki Kalemler gibi narin ve yüreği yanında bir edebiyat-sanat dergisinde yayınlaması. Bu fakir, onun şiir yazmasından târifsiz memnun olmuştur. Yıllar önce kısa denemelerini okuduğum güzel dost Enver Çapar'dan yeni denemeler okumayı ne kadar arzu ediyorum bilseniz.
Bir sevindiğim vaka var ki hayli batınîdir. Bir zamanlar Dükkân müdavimi olup, şimdi İstanbul’da ikamet eden Oflu Süleyman Kılıçbay ikinci kuşaktan cezbeli bir gönül dostu ve iyi bir zarfçıdır. Oflulu oluşu ve soyadıyla dikkat çekiyor. Fakat yeraltı dünyasının Oflularıyla ve agnostik felsefeci Prof. M. Ali Kılıçbay’la uzaktan yakından bir akrabalığı yoktur. On iki yaşında dedesinin kavuğunu giyip câmide imamlık yapacak kadar yürekli bir Müslüman Türk’tür. Cuma sohbetlerinden mütevellit bir muhabbet alışkanlığı olarak bu dost adına H. Ahmet Eralp’e her hafta bir adet sigara takdim ediyorum. Geçen gün cezbeye kapılmışım ki bu kez bir paket sigarayı Eralp’e verip, “Oflu Süleyman nâmına hediyedir” dedim. Şüphesiz ki övülecek bir nesne olmayan, fakat muhabbet vesilesi olan bu sigara önce Balıkesir’e, oradan kalkıp İstanbul’a giden Mustafa Günalan eliyle Oflu’ya ulaşır ve hikâyesi anlatılarak kendisine verilir. Bu vaka anlatılırken, İsmail Göktürk nükteli bir şekilde “Yine keramet göstermişsin…” dedi.
Bir sevincim daha var: Fikir Dükkânı’nın müdavimlerinden olup maişet gurbetine, yani Iğdır’a memur olarak giden ve Mehmet Yaşar’ın yakin arkadaşı, dili güzel şair dostumuz Ufuk Türk “Medya Ortamında” bu fakire muhabbet zarfları atmış. Zarflarından çıkan kelimelerden gönlüme sürûr geldi:
“Serhad şehir Iğdır'dan selâm olsun. Selâm olsun bizi kendilerinden gören Ahmet Âbi'ye, selâm olsun Mağara'ya... Ahmet Âbi'nin İlâve Yazıları'nın hastasıyım. Hepsinin mevcut olduğu bir kitapçık olsa da okusak. 'Ahmet Abi’nin mağara bülteni ek yazısı adına yemin olsun ki / Biz denize sırtımızı döneriz. Kalbimizdeki denizi gizlemek için.’ Bugün Cuma. Aslında Dükkân'da olmak lazım. Ne bileyim pasif içicilik yaparız, çay içeriz, şiir dinleriz, içimizden ‘vay be!” deriz falan filan.”
Attığı zarfların içinde bendenizin nâçiz iki yazısının başlığı da var: “Ramazanda Kalbin Zekatı Uzun Uzun Hüzünlenmektir” ve “Taksimcilerden Değil, ‘Din ü Devlet, Mülk ü Millet’ten Yana Olmak.”
Attığı zarflar bununla bitmiyor. Âmâ üstadım Cemil Meriç’in “İnsanlar kıyıcıydı...” cümlesi ve “Ali Hoca'dan dua, İsmail Hoca'dan heyecan, Hasan Ağabey'den tesbih aldık şükür... Evet, herkesin bir İsmâil'i olmalı” ve “Yoldaki Kalemler: Vecd Denizinde Yüzen Adam” ve “Hastahane koridorları bana her zaman Hasan Ejderha Ağabey'in 'Hasta Anneler Ülkesi' şiirini hatırlatır…” cümleleri de zarfın içinden çıkanlar arasındaydı.
Bir diğer sevindiğim şey de, Ali Hocam’ın yakında Semerkand Yayınları arasında çıkacak olan “Hâcegân Sultanları” kitabını Mehmet Yaşar dostumuzun da medya ortamında dile getirmesiydi: “Dikkat! Pek Muhterem Ali Yurtgezen Hocam'ın hazırladığı ‘Hâcegân Sultanları’ isimli kitap 'Yakında' SİM'lerde...”
Hâsılı, Ramazanda her Müslümanın oruç sevincine katık yapmak için sevindiği bir şeyleri olması ne güzel.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.