Sarıklı İhtilalci
Günümüz olaylarını tam anlayabilmek için 19. yüzyıl tarihini ve dönemin batıcı aydınlarını çok iyi tanımak şarttır. Osmanlı Devleti'ni yıkmaya ahd etmiş olan Hristiyan alemi, Cemil Meriç'in deyimi ile "tacizcisine aşık aptal kız" durumundaki bu aydınları, çok ustaca kullandı. Kimisi, bunu, büyük bir zevkle yaparken; kimisi, kullanıldığının farkında bile değildi.
Bugün, bu aydınlardan, yani "batının yeniçerileri"nden ilginç birini size anlatmak istiyorum.
Ali Suavi. Nam-ı diğer "sarıklı ihtilalci". Tanzimat Fermanı ile aynı yılda doğdu. Şahsiyetinin oluşumu açısından talihsiz bir dönemde dünyaya geldi. Dönemin aydınlarının tersine, havasdan değil, avamdandı. İstanbul’a yerleşmiş Çankırı'lı bir aileden çıkıp kendi kendisini yetiştirdi. Ancak, bunun ezikliğini, daima hissetti. Çok genç yaşta hacca gitti. Tam bir tahsil görmediği halde, bir ara, muhaddis olarak bile tanındı. Camilerde, vaazlar verdi. Bir çok bilim dalı ile meşgul olmuş bir ansiklopedistti. Çok zekiydi. Ancak, kafası çok karışıktı. Bir yandan, İslam ittihadçısı; bir yandan, Türkçü; bir yandan da laiklik savunucusuydu. Gerçi, fikirlerinde, kendisine bir süre para desteği veren ve Mısır Hidivliği meselesinden dolayı Padişah'a ve devlete düşman olan Mustafa Fazıl Paşa'nın etkisi çoktu. Hilafete karşıydı. Bir süre, meşruti sistemi savundu; sonra vazgeçti. Önce, namaz surelerinin Türkçe okunabileceğini söyledi. Sonra, bunun, İslam birliğini bozacağını ifade etti. Bunda, hem kafasının karışık olmasının tesiri vardı hem de Nasreddin Hoca'nın deyimiyle, ipin ucunun birilerinin elinde olmasının.
“Hürriyet “ diye diye İngiliz ve Fransızlar’ın esiri olmanın talihsizliğidir bu. Devrine göre, çok çok uç bir fikir sayılacak olan latin harflerinin kabul edilmesini dahi teklif etti.
Ermeni Filip Efendi'nin çıkardığı Muhbir'in baş yazarıydı. Yazılarından dolayı gazete kapatılıp sürgün edilince Avrupa’ya kaçtı. Muhtelif şehirlerde, gazete çıkardı; yazılar yazdı. Avrupa’da bile sarığını çıkarmadığı için “sarıklı ihtilalci” olarak anıldı. Bu arada, bir İngiliz ile evlendi. Batılıların, topraklarımızdan devşirdiği aydınların başını Hristiyan bir kadınla bağlaması, oyunun önemli bir kuralıdır.
1876'da, Sultan Abdülhamid'in izniyle geri döndü. Bir zamanlar, meşrutiyet taraftarı olan Ali Suavi, meşrutiyet aleyhine yazılar yazıp Saray'ın gözüne girdi. Mekteb-i Sultani Müdürü oldu. Ancak, kötü idaresi ve bazı zaafları sebebiyle görevden alındı. Bu sefer, şiddetli bir padişah düşmanı oldu.
Ali Suavi, 18 Mayıs 1878'de, zamanımızda, gazete köşelerinde darbe müjdeciliği yapan bazı yazarların piri sayılabilecek bir işe imza attı. Bunu bir misal ile izah edeyim. 27 Nisan muhtırasında, önceden darbe müjdesini alan ve darbe sonrası Dışişleri Bakanlığı vaad edilen -gerçi kendisi bunu kabul etmedi- bir tarihçinin, bir gün önceki köşe yazısı, ibretlik bir vesika idi. Ancak, Ali Suavi bu dönemin darbe severlerinden daha cesurdu. Zira, 18 Mayıs tarihli yazısında ima ettiği iş, bizzat kendisinin, iki gün sonra yapacağı darbe girişimiydi. 250 Filibeli muhacir ile Çırağan Sarayı'nı basarak 5. Murad'ı tahta çıkarmak istedi.
Yedi Sekiz Hasan Paşa
Ali Suavi'nin darbe girişimini, Beşiktaş Karakolu Muhafızı Hasan Ağa bastırdı. Haber alır almaz, Çırağan Sarayı'na yetişen Ağa, elindeki sopa ile Ali Suavi'nin kafasına vurarak tek darbede, darbeyi bastırdı. Bu başarısı ile paşalığa yükselen Hasan Ağa, imzası, Arapça yedi ve sekiz harflerine benzediği için Yedi Sekiz Hasan Paşa olarak anıldı. Hadiseden sonra, Ali Suavi'nin karısı, evdeki evrakı yakıp, kendisini bekleyen gemi ile kaçtı.
Hasan Ağa, Padişah'ın en çok güvendiği insanlardandı. Kimin kim olduğunun karışık olduğu ve azınlıkların her yere uzandığı bir dönemde, tıpkı Karakeçililer'den ihdas ettiği maiyyet bölüğü gibi mühim noktalardaki emniyet mensublarını da yerli Müslüman Türkler'den seçmişti. Yedi Sekiz Hasan Paşa'nın bu kahramanlığını gölgelemek için yıllarca, cahil bir insan olduğu; imza atmayı bilmediğinden Arapça yedi ve sekiz harflerini birleştirerek imza attığı iftirası yapıldı. Halbuki Hasan Paşa, mektep medrese görmüş bir insandı. Padişaha ve devletine bağlı olmak gibi bir suçu vardı sadece.
Gezi Parkı'nın Sarıklı İhtilalcisi
Onu, "mücahitler müteahhit oldu" çıkışı ile tanıdık. Doğru söze ne denir? Ancak, ben, onun şöhretini ulusalcılardan işittiğim için hep temkinli yaklaştım. Benim için bir fikir doğru olsa bile, ulusalcılar havada kapıyorsa "ne oluyor?" diye sormak için yeterli sebebtir. Sanki sosyalistler ve ülkücüler, devr-i iktidarlarında, yalın ayak, başı kabak yaşadılar da müteahhitliği Ak Parti icad etti. Ayrıca mesele müteahhitliğe karşı olmak değil; ahlaksız müteahhitliğe karşı olmak olmalı.
Sonra, beş yıldızlı iftar protestolarında başroldeydi. Yardımcı rollerde ise beş yıldızlı hayat süren oruçsuzlar... Karşı tarafın alkışı arttıkça söylemlerini arttırdı. Yazılar, tv programları birbirini izledi. Farklı çıkışlarla şöhret budalası olan bir çok insan gibi medya maymunu oldu. En sonunda Gezi Parkı'na koştu. Kızı da 1 Mayıs eylemlerine..
Gezi Parkı ile İhsan Eliaçık'ın hüdayi-nabit biri olmadığı iyice belli oldu. Ajan olup olmadığını bilemem ama usta bir provokatör. Elin oğlu, her zaman Lawrens yetiştirip sahaya sürmüyor. Bazen de içimizdeki muhteris, kompleksli, şöhret budalalarını, vaktiyle tespit ederek yedek kulübesinde bekletip, günü geldiğinde sahaya sürüyor.
İhsan Eliaçık'ın, Ali Suavi ile benzeşen yönlerinden dolayı, "sarıklı ihtilalci" tanımını hak ettiğini düşünüyorum.
-İkisinin de tahsili yarım ve bir dönem sahte ünvanları var. Ali Suavi, bir ara "muhaddis" olarak tanınmış. İhsan Eliaçık ise ilahiyattan terk. Ama piyasaya profesör olarak sürüldü. Sonradan gerçek ortaya çıktı.
-İkisi de malumatfuruş ve zeki.
-İkisi de taşralı. Yalnız şunu ifade edeyim ki sorun, taşralı olmak değil; sorun, bunu, aşağılık kompleksi yapmak. Birisi bir İngilizle evlenecek kadar kopleksli; diğeri, “ötekiler”den alkış aldıkça mutlu. İçki içenle bir araya gelmesini "sarhoşla bir araya gelirim kalleşle gelmem" diye açıklıyor. Kalleşlik günah da içki içmek sevap mı? İlle de dik duracaksan ikisiyle de bir araya gelme.
-Dini konularda, alışılmışın dışında, tepki çekecek şeyler söylemek de yine, ikisinin benzer tarafları.
-Ali Suavi, hilafetin olmadığı, namaz surelerinin Türkçe okunabileceği çıkışları ile Eliaçık’ın namaz, kandil, kurban çıkışları aklıma gelen örnekler.
-İkisinin de finansörü var. Elbette, finansörlerin de devletle bir hesabı… En çok benzer tarafları ise birinin saray basarak; diğerinin Taksim’e çıkarak darbe yapılabileceğine inanacak kadar devleti hafife almaları.
Eliaçık’ın Psikolojisi
Yarım da olsa bir ilahiyatçının, Gezi Parkı’nda ne işi vardı? Eliaçık, üç d'nin, yani, dış mihraklar, darbeciler ve din düşmanlarının orada olduğuna inanmadığı için parka gittiğini söylüyor. Hadiseler böyle olmadığını açık açık gösterdi. Üstelik d sayısı dörde çıktı. Dinciler. Hep beraber Gezi Parkı’nı Hababam Parkı’na çevirdiler.
İktidara, firavun ve muktedir kelimeleri üzerinden saldırıyor. “Firavun'u Tanıyalım” yazısı, eski tarihli. Park sürecinde temkinli davranarak “muktedir”i kullanıyor. Bir konuşmasında, muktedirin eylemler sebebiyle metrobüs seferlerini durdurmasını eleştirirken, mesela, Avcılar’da, sabaha karşı doğum yapacak fakir bir kadının, muktedirin zulmü yüzünden, metrobüse binip hastaneye gidememiş olabileceğini anlatıyor. İlahi ilahiyatçı! Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum” filmini bir sen mi seyrettin? O çaldığın film karesi, Başbakan’ın değil; 12 Eylül darbecilerinin zulmünü anlatıyor.
Camide içki içildiğine, başörtülülere saldırı olduğuna inanmadığını yazıyor. Artık her şey ortaya çıkmışken, özür diler mi bilemeyiz. Zaten vakti de yok. İftardan iftara gidip, “Hah şöyle, bölünün parçalanın” keyfiyle kendisini alkışlayanlara nutuk atıyor. Böylelerinin “Ya gerçekler ortaya çıkarsa” diye bir kaygısı yoktur. Gerçekler ortay çıktığında, onlar yoktur.
Başbakan'a yönelik -direk söylemiyor- firavun anlatımında öyle bir yere temas ediyor ki Allah muhafaza...
"Ve gün olur asra bedel bir ‘uyarıcı, elçi’ Firavun'un karşısına dikilir."
Bunun üzerine bir şey söylemeye gerek yok. Ama ben özellikle, mülk ve iktidar bahsine değinmek istiyorum. Eliaçık, mülk edinmeyi ve iktidara gelmeyi adeta lanetliyor. Oyunun en büyüğü bu. Bu güne kadar, hakim olan laik-kemalist zihniyetin en çok rahatsız olduğu nokta, dindarların zenginleşmesi, yaşam şartlarının kendilerine yetişmesi ve iktidarı kaybetmeleri değil mi? Eliaçık'a göre, “mülk edinme ve iktidarı bırak”. Yani, eskisi gibi öküz ol. Çiftçilik yap ve çağrılınca askere git. 1940'larda Nevzat Tandoğan'ın ağzından çıkarak klişeleşmiş olan bu söz, içimizden çıkan bir öküze, dini temellere dayandırılarak söyletilince etkisi daha farklı olacak zannediliyor. Sorun şu ki Eliaçık'ı, dindarlar değil; mülke tapan ve iktidar hakkını, saltanat misali, kendinde görenler alkışlıyor.
Alkış deyince aklıma bir şey geldi. Aşırı empati sendromu nedir biliyor musunuz? Karşı taraf ile empati yaptıkça, karşı tarafça kabul görüp sevildikçe mutlu olma ve böylece her adımında, kendisini karşı tarafın yerine koyma ile açıklanan bir psikolojik rahatsızlık türü. Kendini gösterme, kabul ettirme, yer edinme, sevilme ihtiyacından kaynaklanıyor. Daha Türkçesi, "öteki mahalle" kompleksi.
İhsan Eliaçık, eğer, bir senaryonun aktörü değil de hüdayi-nabit bir adam ise bu sendroma fena halde yakalandığını düşünüyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.