İşte bu!
Bu gün (05.08.2008) şöyle bir gazete başlıklarına bakıyorum, bazı haberler pırıl pırıl parlayarak “bana bakar mısın?” diyor.
Bakmaz mıyım? Kıvançla hem de. Bakıyorum ve “İşte bu!” diyorum. “İşte bu!” diyerek seviniyor ve şükrediyorum.
Haberin birinde Cumhurbaşkanımızın Bahreyn Kralını ağırladığı konu ediliyor. Diğerinde Suriye Devlet Başkanının eşiyle Antalya’da başbakanımızca konuk edildiği, öbüründe de İran Devlet başkanının ziyaretine hazırlık yapıldığı haber veriliyor.
Bunların hepsi aynı günde oluyor dikkat ederseniz. “Maşallah” diyelim de “nazar” olmasın, Allah Teâlâ kem gözlerden saklasın! Görüldüğü gibi İslam coğrafyası yeniden gönül ve iş birliğine doğru tam gaz ilerliyor hamdolsun.
Yıllar yılı sırtımızı dönmüşüz kardeşlerimize. Müslüman ülkelere yani. Yok saymışız bir yanımızı, doğu yanımızı, kıbleye döndüğümüzde sol yanımızı, kalbimizin olduğu yanı yani, kalbimizin hep attığı yanı …
Yaşar mı yürek bu sancıyla? Hangi haklı gerekçesi olabilir ki bunun? Hangi mazereti olabilir?
En yakınımızda Suriye, Irak, İran, Azerbaycan kardeşlerimiz var sınırda. Ezanı beraber dinlediğimiz yerler buraları. Bu heyecanı birkaç kez yaşadım Nusaybin’de, Suruç’ta.
Hatta Suruç’ta çok tatlı bir hatıram var. Birkaç kişiyle beraber ta sınıra kadar yaklaştık bir zamanlar. Orada bir karakolumuz var ve ötesi Suriye. Derken karşı köyden akşam ezanı okunmaya başladı.
Ben arkadaşlarıma “İslam Birliği”ni gösteren bir espiri olsun diye, “Aaa, aynı bizim ezanımızı okuyorlar!” dedim. Bizi oraya götüren Suruç’lular arasında, sanırım adı “Abdurrahman” olan, belki de bir ayağı hafif aksayan bir hoca, maksadımı anlamadığı için bana fena halde çıkıştı: “Ezan Arapçadır. Bütün Müslümanlarındır. Nerden bizim oluyor?”
Hiç seslenmedim. Hafifçe güldüm. Hayatımda yediğim en tatlı fırçalardan biriydi. Arkadaşlarım da espiri üstüne espiri tatmaktan memnun olarak gülüyorlardı. İnşallah bu yazıyı okur da sevgili Abdurrahman hoca da güler…
Daha ötelerde de kardeşlerimiz var. Fas, Tunus, Cezayir’den tutun da, Hindistan, Pakistan, Afganistan, Endonezya, Malezya, derken Türk cumhuriyetleri. Ve Bosna, Kosova… Halkımız hiç uzak kalmadı oralardan, ama yönetimimiz uzak kaldı bir zamanlar. Fakat zararını halkımız çekti.
Biz böyle sevindikçe, biliyorum kimileri de hüzünleniyor, esefleniyor, hatta kızıyorlardır muhakkak. Bunlardan olaya ideolojik bakanları kısmen anlıyorum, ama kinden, nefretten bakanları hiç anlamıyorum.
Batıcılar, batı medeniyeti yanlıları, eski tabirle “garbzedeler, müstağripler”, bu ilişkileri geliştirmeye çalışan iktidara, “bizi mollaların, şeyhlerin, kralların yanına mı layık görüyorsunuz?” diye alaylı ve aşağılayıcı bir üslupla kızıyorlardır. Yeri geldikçe “İnsanın Eşitliğinden” dem vururlar ama, belli ki denk görmüyorlar kendilerine…
İslam medeniyeti ile ilgilerini kesmiş bunlara bir çift sözümüz var: “Taklit ettiğiniz batı ülkeleri onlarla iyi ilişkiler içindedirler ve bundan da bir hayli kazançlı çıkıyorlar. Hani dış politikada dostluk yok, menfaat vardı? Hiç mi aklınız başınıza gelmeyecek sizin?”
“Araplar bizi arkadan vurdu” diye İslam ülkeleri ile iyi ilişkilere karşı çıkanları ise anlamak mümkün değil. İnsan bu kadar mı cahil ve bağnaz olur?
Bir kere tarihçiler “yok böyle bir şey” diyor. “Göstersinler hangi Arap ülkesi ihanet etmiş, arkadan vurmuş?” diyorlar. “Birkaç çete ve eşkıya ise, Anadolu’nun dağlarında bile vardı” diyorlar.
Hadi onu da bir kenara bırakalım; bugün iyi ilişkiler içinde olduğumuz Avrupalılarla aynı zaman diliminde aramız çok mu iyiydi? Onlar değil miydi güzel ülkemizi işgal ederek yakıp yıkanlar? Puan verilirse, onların “yüz üstünden doksan olan” yaptığı unutulur da bunların “Yüz üstünden bir” yaptığı –o da aslı varsa - neden unutulmaz?
Size bir olay anlatayım da fecaatve vehamet daha iyi anlaşılsın: Kahramanmaraş’ın Kızılseki köyünden Ahmet Arikmet kardeşimiz anlatıyor: “Suudi Arabistan’da çalışırken canımız çiğ köfte istedi. Gittik markete ve malzeme alıyoruz. İşte et, bulgur, salça, biber falan. Eve geldiğimizde işe başladık. Kırmızıbiberin poşetine baktım, bir yunan markası. Poşeti yırtınca şaşırdım. çünkü içinden bir poşet daha çıktı. Hayretle ona bakınca bir de ne göreyim? Poşette şunlar yazılıydı: ‘Telbisoğlu Biber Fabrikası. Kahramanmaraş.’ Sahibi, benim müezzinlik yaptığım ‘Ramazanoğlu” camiinin imamı İsmail Telbisoğlu değil mi?”
Buyurun işte! Biz alış veriş yapmıyoruz, sınırdakiler de yapmasın diye “mayın” döşüyoruz, ama elin Yunanı ve başkaları yapıyor. Hem de bizden alıp onlara satıyor ve para kazanıyor. Biz ise şurada daha yakındayız, burnumuzun dibindekilerle mal alıp satmıyoruz. Onlar iyi ilişkilerle Arap sermayesini ülkelerine çekiyor, yatırım yapıyor, mal üretip yine onlara ve bize satıyor, çifte çifte kazanıyorlar. Sermayeyi de beleşe getiriyor. Niye aynısını biz yapmıyoruz? Menfaatimize mi düşmanız?
“Aman aman istemez, ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yüzü” diyenler, sermayenin “yeşil mi, kırmızı mı” diyerek rengine bakıp tavır alanlar, ne ekonomiden, ne de insanlıktan anlarlar… Dünyada nesli kesilen bu tür “kelaynaklar”, yazık ki ülkemizde hala yaşamaktadırlar.
“Efendim, onlar niye bizden mal almıyorlar?” diye saf saf soranlar var. Laf!.. Malı kim satar? Kim müşteri arar? Kim “müşteri velinimetimizdir” der? “Pazarlama” diye bir kelimeden haberiniz var mı sizin? Sektör oldu bu, sektör…
Bir gün bir televizyonda Suudi Arabistan petrol eski bakanı Zeki Yemanî ile bizden birisi söyleşi yapıyor. Bu konu gündeme geldi ve bizimkisi bir sitem etti. Adam o zaman hafif doğruldu ve “Bu konuda çok dertliyiz, siz de derdimizi deşiyorsunuz. Yahu ben alacağımız falan Mal için sizin filan bakanlığınıza 17 kez yazı yazdım. Birisine olsun cevap vermediler. Ne söylüyorsunuz siz?”
Olay budur maalesef. O zaman o bakan, cevap verirse “gerici” olmaktan korkmuştur herhalde.
İşte bir devir daha tarihe gömülüyor ve biz etrafımızda düşman ülkeler yerine dost ülkeler görüyoruz. Dost ve müttefik, gidip gelen, ticaret yapan ve karşılıklı kazanan ülkeler.
Simgelere bakınız, her şeyi açık seçik görürsünüz: Ahmet Necdet Sezer o devrin mümessili idi. Yedi sene yerinde oturdu. Abdullah Gül ise yeni devrin temsilcisi. Geldiği günden beri yerinde durmuyor, il il, ülke ülke gezip dolaşıyor ve çalışıyor. Karlı ve kazançlı çıkansa, gücü ve itibarı artan ülkemizdir.
İşte bu!
ülkenin önü bu yüzden açık ve aydınlıktır. Daha zengin, daha gelişmiş, daha hür, daha barışçı, katılımcı ve paylaşımcı olacağız. Daha bir başımız dik, dünyaya kendi medeniyetimizle daha çok katkıda bulunacak ve daha saygın yerimizi alacağız.
Asıl “gericilik” ve “irtica” bununla savaşmaktır. Tarih ve istikbal, utandıklarından gün yüzüne çıkamayan ve karanlık dehlizlerde bu ülkeye ve insanlığa zarar vermek için planlar ve eylemler peşinde olan bu “gerici” ve “mürteci” yarasaları asla unutmayacak ve affetmeyecektir.