“Eğitim” sendikaları ne iş yapar?
Bir okur-yazarlık araştırmasında üniversite hocalarının beşte birinin ders kitabı dışında kitap okumadığı ortaya çıkmıştı. Bunda bir hikmet olmalı deyip, son zamanlarda orta okul türkçe kitaplarını okumaya merak sardım!
Peşinen söyleyeceğim şu: Bu kitaplarla doğru dürüst türkçe öğretilemez, edebiyat sevdirilmez ve çocuklarımız okur-yazar yapılamaz! Bu kitaplar eski dönemden kalmış kitaplar filan değil. 2011’de kabul edilmiş, 2013’te basılmış ve çocuklarımıza bedava dağıtılmış. Son yazımızda kültür ve eğitim için “eski hamam eski tas” demiştik. Ders kitapları da aynı durumda.
Millî Eğitim’in 7. Sınıf Türkçe Ders Kitabı’nda “Pembe incili kaftan” hikâyesini görünce, çocuklarımız adına sevindim. Ömer Seyfeddin gibi önemli bir hikâyecimizin çok ünlü bir metni ile evlatlarımız küçük yaşlarda karşılaşacaklardı.
Metni okumaya başlayınca sevincim kursağımda kaldı! İkinci cümlede “ışın” kelimesi ile karşılaştım. Ömer Seyfeddin’in vefatından on küsur yıl sonra piyasaya sürülen bu kelimeyi nasıl kullanabileceğine bir mana veremedim. “Işın” kelimesi “ziya” yerine kullanılmıştı. Ziya “ışık”la veya “aydınlık”la karşılanabilirdi. “Işın”ın anlamı ise başkaydı ve Ömer Seyfeddin o anlamı kastetse idi büyük ihtimalle “şua” kelimesini kullanırdı. Bu ilk tökezleme üzerine, metnin iyi bir neşrini (Hulya Argunşah, Dergâh yayınları) önüme alıp, hikâyeyi karşılaştırmaya başladım. “Lâzım”, “gerekiyor” olmuş. Çocuklar “lâzım” kelimesini bilmiyor mu ki, daha başlangıçta yazarın diline müdahale ediliyor?
“Mukabele etmeğe kalkışacak”, “karşılığını vermeye kalkacak” yapılmış. “Hacegândan” “hocalardan” olmuş. Evet hacegân “hocalar” demek, fakat burada o anlamda değil, “devlet memurları” anlamına kullanılmıştır.
Buradan itibaren bir bölüm özetlenerek konulmuş. Fakat özet özü ifade etmekten uzak! Yazar burada dönemle, Bayezid ve Yavuz’la ilgili bilgiler vermekte, değerlendirme yapmaktadır. Sonra da elçi olarak seçilen Muhsin Çelebi’nin nitelikleri muhavere tarzında anlatılıyor. Şüphe yok ki, çocukların ilgisini çekecek karşılıklı konuşmalardır bunlar. Muhsin Çelebi karakterinin iyi anlaşılması için de gereklidir. Çünkü Muhsin Çelebi’nin insan anlayışı ortaya konuluyor. İnsan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir, bu yüzden kimsenin önünde eğilmez!
“Sadrazam o akşam kethüdasını Muhsin Çelebi’nin Üsküdar’daki evine gönderdi. Devlete, millete dair bir maslahat için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka tereddüt etmeyip gelmesini yazıyordu.”
“Maslahat” olmuş “iş”. Maslahat “iş” midir? Olabilir. Fakat burada “mesele”, “konu” daha uygun düşer. En doğrusu çocuklara “maslahat” kelimesini öğretmektir!
“Yarın mutlaka düşünmeyip gelmesini istiyordu” Ömer Seyfeddin gibi usta bir yazarın böyle bir cümle kurması mümkün değil elbette. “Tereddüt etmeyip”, “düşünmeyip” yapılabilir mi? Yaparsanız böyle olur!
“Tabiî” doğal yapılmış. Hadi bunu geçelim. “Merde, namerde muhtaç olmayacak kadar bir serveti vardı” cümlesi ne yapılabilir? Asla tahmin edemezsiniz! “Namerde ve iki yüzlüye muhtaç olmayacak kadar serveti vardı.” Bu durumda yazarın cümlesinde “iki yüzlü”ye karşılık gelebilecek kelime hangisi olabilir? Olsa olsa “mert”tir bu!
“Dindardı. Ama mutaassıp değildi.” Nasıl değişikliğe uğratılmış bakın: “Dindardı ama taassup içinde değildi.” Çocuklar “mutaasıp”ı anlamaz diye bu değişikliğin yapıldığı anlaşılıyor. Ya “taassup”u anlarlar mı?
Metne günümüze göre ilaveler de yapılıyor: “Din, millet, padişah aşkını kalbinde duyanlardandı.” Bu cümlede araya bir de “vatan” kelimesi eklenmiş!
Arada Muhsin Çelebi’nin karakterini, edebiyat alâkasını anlatan kısımlar atlanmış, yaşının kırkı geçtiği faslına gelinmiş. Dile müdahalenin yol açtığı saçmalığa bakınız: “Önünde açılan ikbâl yollarından hiç birine sapmamıştı.” Burada “ikbâl” kelimesi açıklanacak. Bu yapılmak yerine yazara haksızlık yapılıyor! “Önünde açılan makam, mevki, parlak gelecek yollarından hiçbirine sapmamıştı.” Yazar bilerek daha geniş anlamlı bir kelime kullanıyor: İkbâl. Kitabın yazarı olarak görünen “komisyon” bu kelimeye açıklamak yerine, yazarın cümlesini kafasına göre yazıyor!
Çocukların öğretimi için ehil bulunan komisyoncular (!) kendi cehaletlerini her fırsatta ortaya koyuyorlar. İşte bir örnek daha: “Yalnız muharebe zamanları Gureba Bölüklerine kumandanlık için meydana çıkardı.” Cümlenin aslı böyle.
“Yalnız savaş zamanı Gureba (garipler) Bölüklerine kumandanlık için meydana çıkardı.” Bu cümlede Gureba”yı parantez içinde (garipler) diyerek açıklamak mümkün mü? Burada “garipler” açıklaması değil, tarih bilgisi gerekir. Osmanlı ordusunda iki kapıkulu süvari bölüğü böyle adlandırılırmış. Bu bölüklere Galata, İbrahim Paşa ve Edirne saraylarının acemileri ile kapıkulu askeri olmayanlardan harbde pek büyük yararlık ve fedakârlık gösterenler alınırmış (Mithat Sertoğlu: Resimli Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi). Bu açıklama, Muhsin Çelebi’nin neden bu bölüklerde harbe gittiğini anlatmıyor mu? Yoksa ne işi var kapıkulu askerinin içinde?
Sadece bir metindeki sakillikleri sayıp dökmek için bile yerimiz kifayetsiz. Ömer Seyfeddin, çocuklarımızın en çok okuduğu yazarlarımızdan birisidir. Bu yüzden, eserlerinin sayısız baskısı yapılmıştır. Bu sayısız baskı aynı zamanda, eserine sayısız müdahale yapıldığı anlamına da gelir. Çocuklar için kitap hazırlayan tüccar kafalar, bu hikâyeleri bir yerlerden bulur, tahkik etmeden alır, bir de kafasına göre değiştirir. Pembe İncili Kaftan hikâyesinde bu müdahalenin en fazla hissedildiği bölüm, Şah İsmail’in Muhsin Çelebi’nin konuşması sırasında kızarıp bozarması, enikonu sinirlenmesidir. Düşünelim ki, İran sarayındayız. Osmanlı elçisi türkçe konuşuyor ve Şah da kızarıp bozarıyor. Bunu tüccar kafa nasıl tefsir eder?
Asıl metindeki cümleye bakalım: “Muhsin Çelebi, kaba türkçe nutkunu bağırdıkça, farisî bilmeyen Şah kızarıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı name tir tir titriyordu.”
Bu cümledeki “farisî bilmeyen” ibaresi ekseriya “farsçadan başka bir dil bilmeyen”e çevrilmiştir! 7. sınıf kitabında öyle yapılmaktansa, ibare atılıvermiş! Halbuki, Osmanlı-Safevî mücadelesinin esası, iki Türk hükümdarının hakimiyet çatışmasıdır. Şah İsmail İran tahtında oturmaktadır ama, türkçe şiirler yazmakta ve farsça bilmemektedir! Ders kitabında bu cümledeki “name” de “mektup” yapılmıştır!
Ey çocuklara ders kitabı hazırlayan hocalar! Her “name” mektup değildir! 2. Bayezid’in İran şahına gönderdiği name, “name-i hümayun”dur. Yani, Osmanlı Padişahı’nın devlete tâbi olan emirlere ve yabancı devlet başkanlarına gönderdiği tarzda bir metindir.
Ömer Seyfeddin’in eserlerini, temel metin sayıyorsak, üzerinde tasarrufta bulunmaya hakkımız yoktur. O metnin inceliklerini çocuklarımıza göstermek, bir dil ve edebiyat dersinin en önemli taraflarından biridir!
Başlıktaki soruya cevap vermeye yerimiz yetmedi. İnşaallah yarın...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.