Nasıl bir Paşa... Ağlama Duvarı’nda mı, Cami’de mi?
Önceki gün, Hüsnü Aktaş Hocaefendi ziyaret etti Akit’i... Yayın Kurulu üyelerimizle birlikte “çay” içtik, “sohbet” ettik.
Dile kolay;
Tanışmamızın üzerinden “40 yılı aşkın süre” geçmiş... Biraz “geçmiş”ten, biraz “günümüz”den söz ettik...
“Yusuf Kerimoğlu” mahlasıyla yazdığı yazılarla “Fıkıh” konusunu Türkiye’nin gündemine sokan, “fıkhî sorular”a Milli Gazete’deki köşesinden cevap veren “ilk adam”dır Hüsnü Aktaş Hocaefendi... Malûm, bir ara Akit’te de yazdı, sonra rahatsızlığı sebebiyle ara verdi yazılarına...
Kendisini sadece “sevmek”le kalmaz, hem büyük “saygı” duyarım, hem de büyük “değer” veririm.
İtiraf etmem gerekirse;
Kafama takılan “dinî konular”da müracaat ettiğim ve “tavsiye”lerine uyduğum ender kişilerdendir...
Hatta “ilk başvuru mercim”dir...
“Severek” anlatır,
“Sevdirerek” anlatır...
Kırmaz, dökmez...
Kızmaz ve kızdırmaz...
Dayatmadan anlatır...
Ben, Hüsnü Aktaş Hocaefendi’den çok şeyler öğrendim... Hâlâ da bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum.
YA KADI, YA DOKTOR!
Meselâ, önceki gün de dedi ki;
Bir “Müslüman” isen; ya “Kadı” olup “fetva” vereceksin, ya da bir “öğretmen” gibi “öğretici” veya bir “doktor” gibi “tedavi edici” olacaksın!..
Günümüz dünyasında, insanların birçoğunun “ruhsal sorunlar” yaşadığını, bunlara “ilgi ve sevgi” ile yaklaşılırsa onların “kazanılabileceğini” söyledi...
Çok doğru değil mi?..
Madem “kadı” olamayıp “fetva” veremeyeceksin o halde “öğretmen” ol öğret ya da “doktor” ol, tedavi et!..
Al sana;
“Hayat prensibi.”
PAŞA, TAM SİYASETÇİ!
Hüsnü Aktaş Hocaefendi’nin kendisine de söyledim; bu “sohbet”ten benim çıkardığım ders “3 kelime” oldu.
“Kadı, öğretmen, doktor!”
Ben de, bir “Müslüman” olarak; kendimi bu “düstur”a göre şekillendireceğim...
Gelin, görün ki;
“İyi niyet” yetmiyor.
“Hoşgörü” yetmiyor...
Hele de “gazeteci” olunca...
Öyle “olay”lara, öyle “çelişki”lere ve öyle “çifte standart”lara şahit oluyoruz ki, ne “iyi niyet” kalıyor insanda, ne de “hoşgörü!”
Meselâ, şu İlker Başbuğ’un bir “komutan”dan ziyade “siyasetçi”yi andıran tavrı ve ona “destek” çıkanlar!..
Önceki gün Hüsnü Aktaş Hocaefendi ile sohbetten çıkıp, odama döndüğümde, Genelkurmay eski Başkanı Emekli Org. İlker Başbuğ’un ajanslardan geçen demeci ile karşılaştım.
Ergenekon Davası’nda “müebbet hapis”le cezalandırılan eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ, Yargıtay’ın Balyoz Plânı Dâvâsı kararı ile ilgili olarak demiş ki;
“Balyoz adı verilen dâvâ kullanılarak TSK’dan çok sayıda askeri personelin tasfiye edilmesini bir tesadüf olarak görmüyorum.”
Ve eklemiş:
“Bu karar; Türkiye’de olduğu kadar yurtdışında da uzun süre tartışılacaktır... Daha önce de belirttiğim gibi Balyoz adı verilen dava kullanılarak TSK’dan çok sayıda askeri personelin tasfiye edilmesini bir tesadüf olarak görmüyorum... Bu tasfiye ile bugünün ve yarının komuta kademelerinde yer alabilecek niteliklere sahip personel ordudan uzaklaştırılmıştır. Türk ordusunun zayıflatılması, Türkiye Cumhuriyeti’nin bekasını ilgilendiren bir sorundur.”
Bu da lâf mı yani?..
Neymiş, Balyoz tasfiyeleri bir “tesadüf” değilmiş!.. Tesadüf olduğunu kim söyledi ki?.. Elbette tesadüf değil!.. Sen “darbe plânı” hazırlayacak, “camileri bombalamayı” düşünecek “irticacı” dediğin insanları “stadyum”lara doldurmaya, “muhalif gazeteci”leri tutuklamaya ve en önemlisi de “Hükümet’i düşürmeye” hazırlanacaksın ve sana kimse bir şey yapmayacak, öyle mi?..
Nerede bu yoğurdun bolluğu?..
Sen, “topraktan fışkıran silahlar”a kılıf bulmaya çalışacak, “lâw” silahları için “boru” diyecek, “savaş gemisi”nde basın toplantısı yapıp “gözdağı” vereceksin ve hukuk senin yakana yapışmayacak, öyle mi?..
Pışşııık!..
Kalkmış, “Türk ordusunun zayıflatıldığından” dem vuruyorsun...
Hiç de öyle değil!..
Herkes bilir ki;
TSK’nın “terörle en iyi mücadele” ettiği ve PKK’ya “en ağır darbe”yi vurduğu yıl, 2012’dir!.. Bu TSK’nın başında da İlker Başbuğ değil, Org. Necdet Özel vardı!..
Demek oluyor ki;
“Ergenekoncu” ve “Balyozcu” komutanlar olmadan da, “TSK güçlü”dür... Hatta, “daha güçlü”dür!..
İlker Başbuğ ve onun gibi düşünen komutanlar unutmamalıdırlar ki;
“Mezarlıklar, kendilerini vazgeçilmez sanan insanlarla doludur.”
Tabiî, “cezaevleri” de!..
SÖZCÜ’YE BATAN NE?
Öyle sanıyorum ki;
Org. Necdet Özel’e yönelik “saldırı”ların perde arkasında da, onun “başarılı bir komutan” olmasının büyük rolü vardır...
Bazı çevreler, sırf bu yüzden onu “itibarsızlaştırmaya” ve “gözden düşürmeye” çalışmaktadır!..
Bakın, nasıl?..
Efendim;
Genelkurmay Başkanı Necdet Özel; geçtiğimiz günlerde Kosova ziyareti sırasında Osmanlı döneminden kalma Sinan Paşa Camii’ne de gitmiş... Caminin onarımı hakkında bilgi alan Necdet Özel, anı defterine ise “Cemaati bol olsun” diye yazmış...
Sözcü Gazetesi ise, Paşa’nın bu ziyaretinden oldukça rahatsız olmuş... Hatta bu rahatsızlık, gazetenin manşetine de yansımış!..
Sözcü, Necdet Özel’in cami ziyareti için “Paşa Camide” manşetini kullanmış... Haberin spotunda ise, “Silah arkadaşları ağır ceza alan Necdet Paşa, Kosova’da cami geziyordu” ifadeleri kullanılmış!..
Hele söyle Hüsnü Hocam;
Bu durumda “iyi niyetli” ve “hoşgörülü” olunur mu?.. İşte, tam da “baklayı ağızdan çıkarmanın sırası” değil midir?..
Şu hâle bakın;
İlker Başbuğ, “Museviler için kutsal” olan Kudüs’teki “Ağlama Duvarı”nı ziyaret edip “Yahudi ritüelleri”ne uyduğunda “turistik ziyaret” diyen adamlar, Necdet Paşa’nın “cami” ziyaretinden rahatsız oluyor!..
Neymiş;
“Silah arkadaşları ağır ceza alırlarken, Necdet Paşa cami geziyor”muş!..
Ulan, o komutanlara durdukları yerde mi verildi o cezalar?.. Oturup “darbe plânları” yapmasalardı, kıllarına dokunan olur muydu?..
Ama onlar ne yaptı;
“Fatih ve Beyazıt Camilerini bombalamak” için plânlar yaptılar!..
Ağlama Duvarı’nı ziyaret için “turistik” diyen Sözcügiller, bu plânlar için de herhalde “artistik” ve “fantastik” diyecektir!..
HANGİSİ YERLİ?
Şu tecelliye bakar mısınız; bir zamanlar “camileri bombalamayı plânlayan” komutanlar dönemi kapandı, “camileri ziyaret eden” komutanlar dönemi başladı...
İşte bunun adı “normalleşme”dir!..
İşte bu, “milletle bütünleşme”dir.
Sorarım size;
Siz, hangi komutanı bağrınıza basarsınız?.. Musevilerin “Ağlama Duvarı”nı ziyaret edip “Yahudi ritüelleri”ni uygulayan bir komutanı mı, Müslümanların “cami”sini ziyaret eden bir komutanı mı?..
Ya da, hangi komutan için “içimizden biri” dersiniz;
“Fatih ve Beyazıt Camilerini bombalamayı” plânlayanları mı, bir camiyi ziyaret edip “cemaati bol olsun” diyenleri mi?..
Şahsen ben;
“Ağlama Duvarı’ndaki bir Paşa”yı değil, “Cami’deki Paşa”yı tercih ederim... Hem de, “kimin borazanı” olduklarını bilmediğim “Sözcü”lere inat!..
Siz ne dersiniz Hüsnü Hocam?..
Adamlar “barış” değil, “kavga” istiyorsa ben ne yapayım?..
Ellerim armut mu toplasın?..
****************************************************************************
Suriye’de barış mı var ki, Nobel Ödülü verildi?
Bu yılki Nobel Barış Ödülü, Türkiye’den Ahmet Üzümcü’nün genel direktörü olduğu Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’ne verilmiş... Bir Türk’ün başında bulunduğu örgüt “Nobel” aldı diye sevinecek miyiz, yoksa “bu neyin ödülü?” diye sorgulayacak mıyız?..
Elbette sorgulayacağız... Çünkü bu ödül, TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün’ün dediği gibi, “insan zekâsı ve dünya kamuoyu ile alay eden bir ödül”dür!..
Bu ödül, Suriye orijinli faaliyetler için verilen bir ödüldür... Oysa Suriye’de barışın b’sinden bahsetmek mümkün değildir... Şu anda Suriye’de ölen insan sayısı 120 bini geçmiştir. Bu ölümler farklı konvansiyonel silahlarla yapılıyor...
Böyle bir ödülün, kimyasal silahları önleme örgütüne veriliyor olması, ölümlerin başka yöntemlerle yapılabileceğine cevaz vermenin değişik bir anlatımıdır.
Dünyanın değişik yerlerinde barış var mı? Mısır’a, Mymanmar’a, Filistin’e, Somali’ye, Mali’ye bir baksınlar, barıştan bahsedilecek bir durum var mı şu dünyada?
Bu örgüt, “ödül”ü hakedecek ne yaptı yani?.. Barışı mı sağladı, savaşı mı engelledi? Suriye’de barış yoktur, tek gerçek ölümlerdir... Bu durumda böyle bir barış ödülünden bahsedilmesi abesle iştigaldir.
Oldu olacak, o ödülü Esad’a verselerdi!.. “120 bin insanı katlettiği” için!!!.