Prof. Dr. Şaban Şimşek

Prof. Dr. Şaban Şimşek

Türkiye ne bir “din devleti” oldu ne de “demokrasi gülistanı”!.. (1)

Türkiye ne bir “din devleti” oldu ne de “demokrasi gülistanı”!.. (1)

Sayın Başbakan’ın açıkladığı “demokratikleşme paketi” geçen iki hafta boyunca çok konuşuldu; daha da konuşulacağa benziyor. Konuşulmalı da. Bazı dostlar bu konudaki fikirlerimi soruyorlar; naçizane aktarayım.

Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor; bu paketin adı bazılarının söylediği gibi “demokrasi paketi” değil, olsa olsa “demokratikleşme paketi” olabilir. Zira bir çiçekle bahar gelmeyeceği gibi bir paketle de demokrasi gelmez. Nasıl ki, bahar; ancak havasıyla, suyuyla, toprağıyla, tohumuyla ve ancak uygun zaman ve zemini bulduğunda gelişen bir olaysa demokrasi de öyle.

Dolayısıyla paketi değerlendirirken; meseleye geniş bir çerçeveden bakmak ve zamanı, zemini (mevcut toprağı, havayı, suyu!) iç ve dış gelişmeleri,  rol alan bütün aktörleri, etkileyen tüm faktörleri dikkate almak zorunluluğu doğuyor.

Zaman deyince biraz geriye gitmek gerekiyor.

İsterseniz konuyu dinler tarihine, haçlı seferlerine, Osmanlının çöküşü ve temelden yoksun parça püskül bir sürü devletçiğe bölünmesine, top yekin verilen İstiklal mücadelesine (savaşına) ve sonrasında laik düzene geçilmesine, İkinci Dünya Harbi’nden sonra iki kutuplu hale gelen cari dünya düzenine, İslam dünyasının ortasında (farklı) bir din devletinin kurulmasına (İsrail), tek partiden çok partili hayata geçişe, otokratik-diktatoryal bir rejimden hak ve özgürlüklerin söz konusu edilebildiği bir rejime doğru ülkemizde yaşanan demokrasi deneyimine ve ona karşı yapılan madahalelere kadar götürebilirsiniz.

Ama kısaca özetlersek…

SSCB yıkıldıktan sonra yerine geçen Rusya Federasyonunun kaybettiği süper güç olma özelliğini tekrar kazanmaya yönelik girişimlerinin olduğu; buna karşılık tek süper güç olarak boy gösteren ABD’nin (dünyaya tek başına ayar çekmek sevdalısı) dış politikalarında (Afganistan, Irak, BOP planı, Suriye krizindeki tutumu) başarısız olduğu; AB’nin bu arenada hiçbir etkinlik gösteremediği, buna karşılık küresel ölçekte yeni güç odaklarının ortaya çıktığı (Çin, Hindistan gibi); bu konjonktürde siyasi ve ekonomik bir güç olarak Türkiye’nin yadsınamaz bölgesel bir aktör olma istidadı gösterdiği (One minute ve Mavi Marmara dolayısıyla özür diletmelere kadar varan İsrail ilişkileri,  ABD’ye rağmen Mısır’daki darbeye karşı duruş, Batı’nın kayıtsızlığı yanında Rusya, Çin ve İran’ın dış politikalarına ters düşmesine karşın Suriye’deki tutumumuz vs); artık çoğu ınkıtaya uğramış olsa da Kuzey Afrika ve Ortadoğu halklarının özgürlüğünü araması anlamındaki hareketlenmelerin (Arap Baharı!) yani demokrasi arayışlarının yaşandığı bir zaman dilimindeyiz.

Coğrafyaya ve dış gelişmelere gelince…

Bazı yönlerden hiçbir zaman hiçbir şeyin olmayacağı ama diğer bazı yönlerden her an her şeyin olabileceği, adına “Ortadoğu” denilen, “hem dünya cenneti hem de cehennemi” diye nitelendirilebilecek bir yerden Avrupa’ya doğru uzanan topraklarda yaşıyoruz... Hemen her güçlünün gözünün olduğu, bazılarının da tarihsel hak sahipliği iddialarında bulunduğu nadide topraklardayız.

Altımızda bir türlü olumluya dönüştürülemeyen çoklu tarihsel, kültürel, maddi ve manevi zenginlikler; üstümüzde ise fakiriyle, zenginiyle, eğitimlisiyle, eğitimsiziyle, şu dinlisiyle, bu mezheplisiyle veya etnisitesiyle, olmayan ya da olup da henüz emekleme dönemini atlatamayan demokrasileriyle yetmiş iki buçuk millet. Ve nefret, zulüm, çatışmalar, katliamlar, işgaller, iç savaşlar, darbeler...  

Ve de her zamanki bildik (gelişmiş ama özüne bakıldığında bir din devleti, yüzüne bakıldığında ise eli kolu uzun terörist çıbanbaşı) İsrail, Kan gölü Suriye-Irak, yok sayılan seçim sonuçları (Cezayir’de FİS, Filistin’de HAMAS, Mısır’da Adalet ve Özgürlük Partisi…, boğulan demokrasi çabaları (bizde de parti kapatmalar, seçim barajları…), şeyhlerin, kralların sömürdüğü, halkların susturulduğu, demokrasinin d’sinin giremediği ülkeler… Ve aç gözünü bölünmüş, parçalanmış, yok olma noktasına gelmiş-getirilmiş bu topraklardan ve üstünde yaşayan (kahır çoğunluğu Müslüman olan) insanlardan bir an ble ayırmayan canavar örgütler, akbaba devletler!..

Peki, ya iç gelişmeler?

Herkesin bildiği şeyler bunlar. Mesela: 35 yıldır süren ve on binlerce insanın ölümüne-şahadetine ve milyarlarca dolarlık maddi kayba sebep olan, sonuçta bütün bunlara rağmen güzel ülkemizi parçalanma noktasına getiren PKK ve ayrılıkçı Kürt harekâtı meselesi; aynı zamanda kötü niyetlilerin klasik kaşıma konularından biri olan Alevi toplumunun durumu (“sorunu” ya da “talepleri”  demek istemiyorum. Çünkü bir ortaklıkta oturulur, konuşulur ve imkânlar hak ölçüsünde paylaşılır. Bir kesim “sorun” olarak görülmez ve de kimse kimseye bir şey lütfetme durumunda olmaz!); tarihi davalar ( Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat, 12 Eylül vs); Gezi ruhu ve onu siyasi platforma (bununla da Türkiye’yi eski laikçi otoriter düzene) çekmeye çalışan şer güçler; özünden kopmuş, değerlerini kolayca menfaatleri ile değiştirebilen, artık çoğunlukla “ruhunu sattı, materyalist oldu” diyebileceğimiz millet ve küresel sokak kültürüne yenik düşen gençlik…

Ama her şeye rağmen (bütün bunlar ve bunların yanında kısır siyasi kavgalar, muhalefetsiz siyaset, bu rahat ortamda başına buyruk bir iktidar görüntüsü, lider sultası, antidemokratik seçim sistemi, toplumun bazı kesimlerin bir türlü kucaklanamaması, siyasallaşan cemaatlerin devlet yapılanmasında etkinliklerinin olmayacak noktalara gelmesi ve bu bağlamda srgilenen tutuculuk, nepotizm, adli mercilere ve bazı devlet kurumlarına karşı millette oluşan güvensizlik, liyakat ve adalete karşı artık kanıksanan kayıtsızlık, gelir dağılımındaki dengesizlik, her zaman her devirde dile getirilen yolsuzluk iddiaları vs.) içimizdeki bazıları görmese de güçlü lideriyle, siyasi istikrarıyla, alt ve üst yapıdaki gözle görülür gelişimiyle “Zenginler Kulübü” olarak bilinen OECD DAC üyeliğine davet edilen, kısaca dünyada ratingi giderek yükselen bir Türkiye…

En azından dışarıdan görünen manzara bu. İsterseniz (eleştirel bakabilirseniz!) buna “içi seni yakar dışı beni” de diyebilirsiniz.

Sonuç:

Evet, 30 Eylül günü açıklanan demokratikleşme paketini, böyle bir çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Sayın Başbakan’ın da konuşmasında özellikle (ve birkaç kez) vurguladığı gibi bunun bir süreç olduğunu ve devamının geleceğini (gelmesi gerektiğini) de düşünerek şimdilik bir cümle ile ifade edecek olursak, ben bu paketi “bir demokrasi devrimi değil, demokrasi, kardeşlik, barış ve ‘muhkem tek Türkiye’ yolunda atılmış önemli bir adım, bir kilometre taşı olarak görüyorum”. Pratik anlamda 1950’de başlayan çok partili demokrasi deneyimizde bugün geldiğimiz nokta, yeni bir aşamadır bu.

 Paketi, toptancı anlayışla, “içinde bir şey yok” diyerek küçümsemeden, bazı maddelerine bakıp “laiklik elden gidiyor” vehmine ya da “işte böylece herkes hakkını aldı, bu iş bitti” rehavetine kapılmadan değerlendirmek gerekiyor.

Özetle, mezkur paketle, Türkiye, ne Yılmaz Özdil’in söylediği gibi bir “din devleti” oldu ne de bazı ezberci yandaşların dediği gibi “demokrasi gülistanı.” Geçmişten gelip geleceğe akan özsu mecrasını buluyor o kadar.

Önümüzdeki haftadan itibaren (kısmet olursa ve araya çok önemli gelişmeler girmezse tabii) başta Kürtçe ana dilde eğitim, seçim sistemi ve andımız olmak üzere adı geçen paketin bazı maddelerini ele alacak ve önerilerimi sunacağım...  Dikkate alan alır, almayan almaz; Gayret bizden Tevfik Allah’tan.

Kurban bayramınız mübarek olsun. Bizler, bizim dışımızdaki Müslümanlar ve tüm insanlık için hayırlara vesile olur inşallah.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Prof. Dr. Şaban Şimşek Arşivi