Kıblesiz evlerde “kıble yürekli insan” yetişmez
Osmanlı insanlarının çoğunun “kıble yürekli” olmasının hikmeti, belki de evlerini kıbleye dönük inşa etmeleriydi.
Her Osmanlı evinin cephesi mutlaka kıbleye dönük olurdu. Yabancı konuklar namaz öncesi kıble arama, sorma zahmetine katlanmadan evin geniş cephesine döner, “Durdum kıbleye, Allahü Ekber!” diye tekbir alırlardı.
Cephesi kıbleye dönük evlerde yaşayanların yürek pusulaları da kıbleyi gösterirdi. (Cephemiz karışınca kıblemiz tümden karışmasa bile kafalarımız iyice karıştı; kimliksizleştik)
Şimdiki evlerde her şey var, sadece Kıble yok!
Evde yaşayacak olanların her türlü ihtiyacı dikkate alınıyor, sadece kıble ihtiyacı göz ardı ediliyor.
Yani evler kıblesiz! Kıblesiz evlerde “Kıble yürekli insan” yetişmez.
Osmanlı evlerinin inşasında önce kıble tespiti yapılır, evler buna göre konumlanırdı. Giriş kapıları bile Osmanlı’nın başkalarını düşünen ve tanısın tanımasın, dara düşen herkese yardım ulaştırmayı amaçlayan “infak” (paylaşma, bölüşme) ahlâkının bir yansımasıydı.
“Yardım” aşkıyla giriş kapısının üstünü geniş bir çatı ile kapatırlardı.
Bu çatı gerçekten de tamamen “yardım aşkıyla” yapılırdı. Çünkü bu çatı, ev sahiplerinden çok, yağmurdan ve güneşten korunmak isteyen yorgun insanlara hizmet verir, altına sığınıp dolu dizgin yağmurdan ya da yakıcı güneşten korunurlar, sonra da ev sahiplerine dualar ederek giderlerdi.
Bazen ev sahipleri, kendi saçaklarına sığınanları “Tanrı misafiri” sayar, içeri buyur eder, karnını da doyurduktan sonra yoluna uğurlarlardı.
Tek cümle ile Osmanlı’da hayat “muavenet”, yani yardımlaşma idi.
Yaralı göçmen kuşlara evlerinin saçak altında “kuş evi” yapmayı akıl eden yardım ahlâkı, elbette hayatın özü ve özeti olan insana karşı böylesine mehabetli, aşk yüklü, sevda dolu bir yaklaşım sergileyecekti.
Osmanlı kültüründe, insan hayatın merkeziydi ve Bediüzzaman’ın deyişiyle, “her şey ona musahhar”dı.
Osmanlı kapılarının tokmakları bile başlı başına bir kültürdü ve Osmanlı insanının sosyal hayata bakışının bir simgesiydi.
Osmanlı insanı hayata “helâl” ve “haram” perspektifinden bakardı. Kapı tokmakları da bu hassasiyeti yansıtırdı.
Tokmaklar iç içe iki demir halkadan oluşurdu. Dış halka daha tok ses çıkardığından erkekler için, ondan daha ince ses çıkaran iç halka ise kadınlar içindi. Eve gelen erkek misafir dış halkayı, kadın misafir ise iç halkayı kullanarak ev sahiplerine cinsiyetleri konusunda bilgi verirlerdi.
Ev sahibi de tokmakların sesine göre kendisini ayarlar, gelen erkekse ona göre giyinip kapıya çıkardı.
Dış kapı bir avluya açılırdı. Avlular çocuklarla kadınların “özgürlük alanı”nı oluştururdu. Çocuklar, avlularda hoplayıp zıplayarak enerji tüketirken; kadınlar güller, çiçekler ve meyve ağaçları arasında dolma doldurur, sarma sarar, sohbet eder, onlar da kendi açılarından hayatın stresinden arınırlardı.
Önce avluya girilirdi. Bazı avluların bir kenarında pekmez yapılan şırahane, kilim veya bez dokuma atölyeleri yer alırdı.
Başka bir köşede ocak, çamaşır taşı, dibek taşı, fırın, çeşme veya kuyu vardı.
Avlu yeteri kadar genişse bir kıyısında sebze de yetiştirilirdi.
1835’te İstanbul’a gelen Miss Julia Pardoe, Osmanlı evlerinin avluları için, “Keşke Shakspeare, Romeo ve Juliet’in bahçe sahnesini yazmadan önce buraları görmüş olsaydı” demişti.
Ayrıca evler başkalarının avlularını göremeyecek şekilde konumlandırılırdı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.