Türkiye ne bir “din devleti” oldu ne de “demokrasi gülistanı”!.. (2)
Baştan açık yüreklilikle şunu söylemek gerekiyor: Her ne kadar Hükümet “biz bu paketi demokratik bir devlet olmanın gereği olarak getirdik” dese de bir gerçek vardır ki o da; Hükümeti buna zorlayan, en azından gündeme gelmesini hızlandıran dinamiklerin, birincil olarak (PKK’sıyla, KCK’sıyla, BDP’siyle) Kürt hareketi, ikincil olarak da Avrupa Birliği müktesebatının olduğudur.
Evet, kimse alınmasın, kızmasın, sövmesin. Bununla ben “paketi getirenler gayri samimidir, bunu istemeyerek ve tamamen zorda kaldıkları için yaptılar” demiyorum, PKK ve sivil uzantılarını da kahraman ilan etmiyorum ama durum maalesef böyle.
Anadolu’daki tarihimiz boyunca milletimizin ayrıl(a)maz bir parçasını oluşturan Kürt halkı, kimlik olarak yıllardır yok sayıldı ya da bir başka deyişle etnisite olarak Türk sayıldı. Bu bağlamda en tabii hakları görmezlikten gelindi. Bir türlü milletinin devleti olamayan Cumhuriyet; Türk’üyle, Kürt’üyle, diğer etnik gruplarıyla tüm Anadolu halklarının oluşturduğu çok uluslu bir milletten yeni tek bir ulus yaratmaya çalıştı; bunun adı “Türk Ulus’u” idi.
Bu toplum mühendisliği projesiyle hemen her kesime “Sen, sen değilsin, sen bensin. Hatta ben de o eski ben değilim, genç Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşı ilerici, çağdaş, yeni Türk’üm” dendi. Bunun için inkılâplar yapıldı; geçmiş silindi(!), günlük yaşam, geleceğe bakış, dünyadaki rolümüz, hedeflerimiz değiştirildi.
Bundan her kesim nasibini aldı; solcusu, sağcısı, Türk’ü, Kürt’ü, Alevi’si, Sünni’si, Süryani’si, Ermeni’si… Evet, bilerek yazdım; Sünni’ler de buna dâhildir. Zira işin bu tarafı, “uygulamaları yapanlar, yani iktidar olanlar (sözde) Sünni’dir” diye hep görmezlikten gelindi. Sadece namaz kıldığı ve/veya başörtüsü taktığı için temel vatandaşlık haklarından yoksun bırakılan milyonlarca insan düşünüldüğünde, vicdan sahibi herkesin buna hak vereceğinden eminim.
Ama etnisite temelli olarak içlerinde, silahlı güce başvuran ve ayrılıkçı bir hareketin içine giren sadece Kürtler oldu. Belki de en ağır baskı onların üstüne kurulmuştu; bu tartışılacak bir konu tabii, her neyse.
Gün geldi, sistem tıkandı. “Ya arkadaş ben ne olduğumu biliyorum, ben senin tarif ettiğin adam değilim, tarif ettiğin gibi de olmayacağım” diyenler çıktı. Çıktı ama ağızları sistemin etkin güçlerince, uygun görülen şekilde ve uygun bulunan malzemeyle anında kapatıldı. İşin boyutu, müesses nizamı tehdit eder vaziyetlere geldiğinde ise durumdan koruma kolama vazifesi çıkarıldı. Kendi yaptıkları Anayasalar, kanunlar, koydukları kurallar ayaklar altına alınarak darbeler yapıldı. İnsanlar tutuklandı, mapus damlarına tıkandı, fail-i meçhuller yapıldı; öldürüldü, fail-i Hukuklar oluşturuldu; asıldı, düşük yoğunluklu savaşlar, bitmez tükenmez operasyonlar vesaire… Ölündü, öldürüldü; kan, gözyaşı, zulüm. Ve bu cehennemde; maddi, manevi, siyasi, sosyal, ekonomik bir türlü belini doğrultamayan Türkiye.
Ama böyle gelmiş böyle gitmezdi... Aradan, beğenin beğenmeyin bir babayiğit çıktı ve sistemden çok da ayrılmadan müesses nizamı yıktı geçti. Öyle kolay bir iş değildi bu. Pek örneği de yoktu dünya’da; zorlandı. Kelle koltukta, bin bir zorlukla, etkin iç güçleri zapt-ü rapt altına almaya çalışırken, en kritik zamanlarda sistemin asıl kurucusu-kurdurucusu olan dış güçler devreye giriyordu çünkü. Üstelik bir de bunların içerde kullanabilecekleri kesimler, yenik yalancı pehlivanlar, ayrılıkçı değişimcileri vardı.
Ama her şeye rağmen bu değişimde-evrimde önemli mesafeler alındı. Bugüne kadar çoktan yapılması gerektiği halde yapıl(a)mayanlar yapıldı. Bazı yönlerden yetersiz olsa da, on-onbeş yıl öncesinde, değil uygulaması akıllara getirilmesi bile hayal olan demokrasi hamleleri gerçekleştirildi. İnancım odur ki bunlar samimiyetle yapıldı ve de hâlâ etkin olan iç ve dış güçlere rağmen ancak bu kadarı yapılabildi.
Böylece, vatanın birlik ve beraberliği babında ayrılıkçıların kullandıkları argümanlar da bir ölçüde ortadan kaldırılmaya, Avrupa ve dünya kamuoyu kazanılmaya çalışıldı. Keşke bu kadar gecikilmeseydi, vücut hasta olmadan, gerekli maddi-manevi ilaçlar zamanında verilseydi, sağlıklı bir bünye oluşturulabilse ve oluşturulduktan sonra da güçlendirilebilseydi.
Ancak bütün bunlar için bile, “isteklerinizi karşılıyor mu?” sorusuna ayrılıkçılardan (BDP Grup Başkan Vekili Hasip Kaplan) “Eeeh yüzde on filan” cevabı verildi. Diğer marjinal grupları ve yenilmişlik psikozu içindeki eski muktedirleri geçiyorum.
Yüzde doksanı nedir, doğrusu tam olarak bilmiyoruz. Lakin geçen haftaki yazımızdaki söyleşide de halktan bir avukatın ifade ettiği gibi anadilde eğitim yani Kürtçe eğitim önemli bir bölümünü teşkil ediyor olsa gerek bunun. Ama bu kafadaki kişilere “yalnız başına bu ve buna ilave ettiğiniz seçim barajı kalan kısmı doldurur mu?” diye sorsak doyurucu bir cevap alabilir miyiz, doğrusu emin değilim. Bu noktada yine açık yüreklilikle söylüyorum, bana göre, “boş kaldığını söyledikleri yüzde doksanın büyük kısmı tam bağımsızlık istekleridir”. Fakat bunu şimdilik dile getirmiyorlar.
BDP’lilerin temel düşünceleri böyle olsa da ben mutat Kürt insanımızın ayrılıkçı olmadığını düşünüyorum. Bunca yaşanmışlığın, bunca akrabalığın, bunca ortak değerin akli selim sahibi insanlarca yok sayılması, göz ardı edilmesi mümkün değil çünkü.
Bu sebeplerle ben, birilerinin niyeti ne olursa olsun, tek devlet ya da konumuza özel olarak “Tek Türkiye” vazgeçilmezi içerisinde, “birkaç anadille ya da Türkçeden başka anadillerde resmi eğitim olmalı mı, olabilir mi?” konusunu işlemeye, bunun için çaba sarf etmeye değer buluyorum.
Haftaya, kısmet olursa, doğrudan bu konuyu ele alacağım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.