Hz. Hüseyin Efendimiz için tutulan matem ve düşündürdükleri (1)
10 Muharrem 1433 Hz. Hüseyin Efendimiz’in şehadetinin yıldönümü. Hicretin 61. yılının 10 Muharrem günü Hz. Hüseyin ve yanında bulunan bir avuç insan, (çoluk çocuk dahil 72 kişi) 4000 kişilik Yezid ordusu tarafından kuşatılarak bugün Irak topraklarının içerisinde kalan Kerbela’da hunharca katledildiler. Katledilen Peygamber Efendimiz’in sevgili torunu Hz. Hüseyin idi. Peygamberimizin “Şu benim oğullarım, Hasan ile Hüseyin, Cennet gençlerinin efendileridir. Hasan ve Hüseyin’i sevmiş olan beni sevmiş, onlara düşmanlık eden de bana düşmanlık etmiş olur.” Buyurduğu torunu. Katledilmeyi gerektiren bir cürüm işlememiş, sadece idare kendisini “potansiyel muhalif” olarak gördüğü için çeşitli entrikalarla yerinden edilerek tuzağa düşürülmüştü. Hz. Hüseyin’in katli, değil bir peygamber torununa, hiçbir insana hatta hiçbir canlıya dahi reva görülemeyecek hunharlıkta gerçekleşmişti. Bu olay Müslümanların hafızasına silinmez bir biçimde kazındı. Bu ümmet, Sünni’siyle, Şii’siyle, Alevi’siyle bu olayı unutmadı, unutturmadı. Mezhep ve meşrep ayırt edilmeksizin Müslümanların yaşadığı her coğrafyada Kerbela ağıtları yakıla geldi. Erkekler ve kadınlar gözyaşlarıyla bu ağıtları dillendirdiler. 10 Muharrem’i, aşure ile karşılamaları, çocuklarının adlarını Hüseyin ve Zeynep koymaları, Kerbela’da olanların hatırasını hep zihinlerde taze tutmak içindi.
Kerbela sıradan bir facia değildi, orada şehit edilenler evlâd-ı Resul’dü. Unutulmaması gerekir ki, İslamiyet Hz. Peygamber’in bize getirdiği vahiyle kaimdir. Biz, Allah elçisine büyük bir sevgi ve saygı besleriz. Bu, imanımızın bir gereğidir. O’nu sevmeden Müslüman olunamayacağını biliriz. Bu muhabbetimiz, -Hz. Peygamber’in yolundan gittiği müddetçe- O’nun ailesini, çocuklarını ve torunlarını da sevmemizi, onları dost kabul etmemizi gerektirir. Ehl-i Beyt’e düşmanlık gösteren ve onlara zarar veren kim olursa olsun bütün Müslümanların düşmanıdır. Acı olan şudur ki, Hz. Peygamber’in vefatının üzerinden henüz kırk yıl geçmeden dünyevî çıkarlar, siyasi beklentiler ve benzeri gerekçelerle baş tacı ettiğimiz Hz. Peygamber’in torunlarının hunharca öldürülmesidir. Hiçbir mazeret bu katliamı mazur gösteremez.
Vuku bulduğu ilk andan itibaren aklıselim sahibi bütün Müslümanlar, bu menfur hadiseye sebep olanları kınamıştır. Ancak örf olarak matem yaygınlaşıyor, dinin yerine alır hale geliyor. Bu noktada, yetkililerin ‘ikaz vazifesi’ni de yapması gerekiyor. Hangi mülahaza ile olursa olsun, yapılanların İslami ölçülere vurulması, o ölçülere uyulmadığında gerekli uyarıların yapılması, başta Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sonra da sorumluluk sırasına göre bütün Müslümanların üzerine terettüp eder.
Hz. Hüseyin’in matemini yaşatma, onun hatırasını canlı tutma adına, kendini zincire vurmalar, zincirle dövme ve dövünmeler, karalar giymeler, vs. Bu ve benzeri merasimlerin en tehlike arz eden tarafı, ‘meşrûiyet kazanması’na sebebiyet vermesi. Asıl tehlike burada! Bunu folklorik hale getirdiğimiz aşure dağıtımında da düşünebilirsiniz. 950 sene yaşayan ömrünü ‘İslam’a davet’e vakfeden bir peygamberin, yediklerinden mülhem kuş üzümünden, narına, cevizinden diğer malzemelere varıncaya kadar yapılmış aşure mi ön planda, yoksa dinini yaymak için karada gemi yapan bir Peygamberin davası için parçalanması mı? Bu ay “aşûra”dan ibaret değil! Bu ayın idraki için de aşure dağıtmak yetmiyor ne yazık ki!
Aynı şeyleri nevruz kutlamalarında, kandil ve kutlu doğum programlarında yapılanlar için düşünebilirsiniz. Vesileler, gayelerle karıştırılmamalı, esaslar, tali şeylerle yer değiştirilmemeli, âdetler ibadetleştirilmemeli. Hükümler örfe feda edilmemeli. Dinimiz, akidemiz mutlaka ama mutlaka ciddiye alınmalı. Bu din; ne belediyelerin sosyal faaliyetlerine, ne devletin ‘örf mühendisliği’ne ne de protokol toplantılarına malzeme olacak bir din değildir. Hoşgörü adı altında, bizleri yanlışlar karşısında tavırsızlığa sevk etmemelidir.
Ebedî kurtuluş reçetemiz olan dinimizi anlamayan, idrak edemeyen, ahkâmına aklı yatmadığı için ona ‘radikal yahut fundamantalist’ diyenlerin cerbezesi, sloganları, oluşturdukları kamuoyu, vs. bizlerin hak ve hakikatleri söylememize mani olmamalıdır. ‘Canını acıtacak’ diye ameliyattan kaçan hastaların varlığı tedavi sebebi değildir. Dili tad alma hassasiyetini kaybetmişlerin yüzünden leziz yemekler yapmayalım mı? Kendilerine göre yapılmış yemeklerin ‘tadı, tuzu yok’ demeyelim mi? Bunları ifade ederken;
Ağır imtihanlardan geçerek nebevi çizginin temsilcisi olanların verdikleri mücadeleyi unutacak mıyız? Zulme karşı sonu şahadetle biten direnmeler üzerine kafa yormayacak mıyız? Onların çektikleri ızdırabı hissetmeyecek miyiz? Dünya nimetlerini elde etmek için sınır tanımayanlara tavır koymayacak mıyız? Ümmetin bugünkü halinin sancısını taşımayacak mıyız? Çeşitli makam ve mevki vaatleriyle kandırılan, konumlarını kaybetme korkusuyla bu katliama girişenlerle bugünkü “saltanat sarhoşları”nın benzer hallerinden bahsetmeyecek miyiz? İslâm âleminin içler acısı hâli bir başka “Kerbela” değil mi?
(Devamı yarın inşaallah)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.