Yeter!
Son yaşadığımız olaylar, bildiklerimizle, okuduklarımızla, dinlediklerimizle amel etmediğimizi gösteriyor.
Hani Müslümanlar olarak Allah ve Rasulünü hakem tayin edecektik. Hani hakiki pehlivan öfkesini yutandı. Hani ifrat ve tefride düşmeyip makul ve mutedil hareket edecektik. Hani sevgide de nefrette de ölçüyü kaçırmayacaktık. Hani dinimiz, sadece ibadetlerden müteşekkil bir din olmayıp hayat nizamımızdı. Hani din kardeşimizi kendimize tercih edecektik. Hani cemaat, cemiyet, vakıf, dernek, bütün kurumlar vesile, dinimize hizmet gaye idi. Hani araç ile amacı karıştırmayacaktık. Hani bir vücudun organları gibiydik. Daha bir sürü ‘Hani’ ile başlayan cümleler kurabiliriz. Bunlar da gösteriyor ki ‘iman-amel-ihlas-ihsan’ hususunda problemlerimiz var demektir. M. Şevket EYGİ’nin, “İslâm’ın ilerlemesinde tek engel kalmıştır: Müslümanlar” sözünü haklı çıkarırcasına fitne fücur takımının yapamayacağı, ‘Din Kardeşliği’mize veremeyeceği zararı, biz kendi kendimize verebiliyoruz. Gayet de rahatız maşallah! Peygamberler bile hata yapabiliyor, ama bizim büyüklerimiz masum sanki. Bir ‘nefs muhasebesi’ bu kadar zor mu? Bir ‘özür dilemek, bir helalleşme içinde bulunmak karizmamızı mı çizdirir? Yapılan iyilikleri takdir etmek aczimize mi hamledilir? Yanıldığımızı kabullenmemiz, hatamızı üstlenmemiz, hata ettiğimizi söylememiz bizi büyültür mü, küçültür mü? Bizi dinlemeyen, bize hak vermeyen herkesi rakip, hataları düzeltmeye kalkanları hasım gibi algılamak bizi nereye götürür? Eleştiriye kapalı olmak, her yaptığını mükemmel görmek olgun bir Müslüman tavrı mıdır? Kendilerinin ‘özel’ olduğunu düşünmek, etraflarındakilerin de öyle düşünmelerini istemek örnek insanlara yakışır mı? Yoksa bizim yanlışlarımız bir başka mı, hatalarımızda hikmet mi var? Tokatlarımızın, azarlarımızın adı bile şefkat ve merhamet mi oldu? Kendimizi her faaliyetin “olmazsa olmazı” mı kabul ediyoruz?
Vefalı olmanın, kadir/kıymet bilmenin bizim mümeyyiz vasfımız olduğu bu kadar çabuk mu unutulur? ‘Tarihini bilmeyen milletler hafıza kaybına uğramış gibidir’ sözünü naklederken geçmişte yaşananların tekerrür etmemesi için gayret göstermek ne zamandan beri tahrik muamelesi görür oldu? Çıkarılan şu hercümercin önlenmesi için dışarıya sipariş mi vereceğiz? Nerede gönül dünyamızın insanları, nerede itibarlı olan, sözü dinlenir akil adamlar, nerede nüfuz sahibi âlimlerimiz… Nerede mürşidlerimiz, mübelliğlerimiz, mürebbilerimiz… Nerede ağabeylerimiz, ablalarımız, hocalarımız... Peygamber Efendimizin izinin sürüldüğü, sünnete bağlılığının hep dile getirildiği, hep ‘fırkayı naciye’ deyip duran bütün teşkilatlar; Hepiniz bugün için varsınız, tarihi hizmetler sizi bekliyor. Misyonunuzun, vizyonunuzun gereklerini yerine getirmek asıl bu günler için değil mi? Bugün önleyemediğiniz kargaşalıkları ne zaman önleyecek, ‘mü’minler muhakkak kardeştir’ emri ilahisini ‘niçin gerçekleştirmediniz’ sualine amelî cevabınızı ne zaman vereceksiniz?
Kâfir oğluna bile ‘Ya Büneyye! (Evlatcağızım, oğulcağızım, yavrum) diye hitab eden Hz. Nuh (a.s)’ı unutacak mıyız? Put yapan babası Azer’e ‘Babacığım!’ diyen İbrahim (a.s)’ı hatırlamayacak mıyız? İkrime’ye ‘Ebu Cehil’in oğlu’ diyen sahabeye ‘Babalarının yüzünden oğlunun hidayete gelmesine mani mi oluyorsunuz’ ikazını yapan Peygamberimizin şu hassasiyeti donan kalplerimizi yumuşatmayacak mı? Sarhoş halde Rasulüllah’ın huzuruna getirilip cezası verildikten sonra ona hakaret eden sahabiyi susturup ‘O Allah ve Rasulünü seviyor’ diyen bir Peygamberin Ümmeti olmak bizi kendimize döndürmeyecek mi? Yalancı Peygamber Müseyleme’ye dahi kafir, münafık, firavun, zındık, fasık, facir, vs. gibi bir sürü isim dururken ‘Müslümancık’ (Müseylime) gibi oldukça estetik bir isim bulan sahabenin ölçü ve dengeli tavrıyla ne zaman hareket edeceğiz? Yoksa bizde mi Hz. Musa gibi Allah’a karşı nankörlükte direnen toplumu için, Rabbine: ‘İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri helak eder misin Allah’ım!’ mı diyelim.
Daha bir sürü misal verilebilir. Bütün bunlar kitaplarda mı kalmalı? Hayatımıza ne zaman yansıyıp, bizi düzeltip bize çeki-düzen verecek? Allah’ım bu ‘bilinç yaralanması’ndan ne zaman kurtulacağız? Ne zaman kendimizi aşacağız? Ne zaman ara sıra “Sen kendini ne sanıyorsun?” diye soracağız kendi kendimize.
Gönül kusuru işlemeyelim. Müslümanları en çok üzen tavırların, inançlarına düşmanlık yapanlar tarafından değil, inançlarını paylaşanlar tarafından ortaya konulan tavırlar olduğunu unutmayalım. ‘Acaba bizim canla başla desteklediklerimiz bizi ne kadar temsil ediyor?’ sorusunu soranlar çoğalıyor artık. İçinden geçtiğimiz süreç, yaşanan olaylar, kendilerini temsil iddiasında olan siyasal oluşumların, gönüllü teşekküllerin, cemaatlerin, tarikatların, hatta tek tek önemli bilinen isimlerin hiç rastlanılmadığı kadar sorgulandıklarını, kafalarının karıştığını, ‘mutlak itaat’ın ancak Allah ve Rasulüne yapılacağının şuuruna götürüyor insanımızı. Dâvâsı olan insanların imtihanları daha da zor ve muhtelif. Dünyevîleşmeden tutunuz; ‘Yahudileşme Temayülü’ne; fikirsiz-düşüncesiz aksiyondan tutunuz, ahde vefasızlığa; adam seçememekten, adam harcamaya kadar… Belki de ‘şer gibi gözüküp, hayra vesile’ oluyor yaşadıklarımız. Kolektif bilincin, eskilerin ifadesiyle “ma’şeri vicdanın” sesini dinleyeceğiz er-geç! Dostlarıyla dalaşanların, düşmanlarıyla savaşamaz hale geleceklerini unutmayalım! Kendi insanını, ilkelerini, ideallerini feda edenlerin, sonunda insansız ve imkansız kalmakla cezalandırılacakların da unutmayalım! Bütün bunları nasıl yorumlamamız gerektiğini soran dostlara “hayırlı olacak!” İnşaallah diyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.