Üçüncü yol
Şu “operasyon” ya da “rüşvet ve yolsuzluk”; adı her neyse yine toplumu ortadan ikiye böldü…
Kayıtsız-şartsız hükümetten yana olanlar, olaya, “kesin operasyon” gözüyle bakarken, kayıtsız-şartsız hükümete karşı olanlar, “kesin rüşvet ve yolsuzluk” diyor. “Ah vah” edenlerle şıkır şıkır oynayanlar iç içe…
Bir de benim durumumda olanlar var: Yani, “her iddia ihtiyatla karşılanmalı” diyenler… Üçüncü yolun yolcuları…
İki taraftan da kontra yumruklar almaya hazır olarak, diyorum ki: Her iki boyut da derinlemesine soruşturulmalı, kimsenin gözünün yaşına bakılmadan ucu nereye uzanıyorsa, oraya kadar tereddütsüz gidilmeli…
Zaten bu konuda Başbakan’ın teminatı var: Kim olursa olsun, kimin oğlu olursa olsun, eden bulacak!
Öte yandan “devlet içinde devlet” anlamına gelen oluşumlar varsa (ki tüm temizleme gayretlerine rağmen zaman zaman dişlerini gösteriyor) kökleri kazınacak. Endişelenmeyin; Türkiye bugünden daha iyi günlere gebedir: Sancısız inci olmaz!
Diyelim ve rüşvet-suiistimal konusunun tarihsel sürecine bakalım.
On altıncı Yüzyıl’a kadar Osmanlı Devleti’nde güçlü bir rüşvet-yolsuzluk dalgası yok. Devlet otoritesi, güçlü bürokratik yapısıyla, ülkenin her köşesine egemen…
Ayrıca Osmanlı insanının kalbinde, uygunsuz yollara girmesini engelleyen aktif bir “Allah korkusu” var…
Bu gerçeği, İngiltere’nin İstanbul sefiri olarak yıllarca Osmanlı Devleti’nde kalan Sir James Porter de ifade ediyor: “Osmanlı İmparatorluğu hukukla yoğrulmuş bir din temeli üzerine o kadar sağlam şekilde kurulmuş ve kamu vicdanı Türk insanının gururuyla olduğu kadar çıkarlarıyla da o kadar sıkı şekilde perçinlenmiştir ki, bu imparatorluk çağlar boyunca sürmüş, istikrarı ve devamlılığı sağlanmıştır.”
Sihirli cümle, Osmanlı Devleti’nin “hukukla yoğrulmuş bir din temeli üzerine sağlam şekilde kurulmuş” olmasıdır. Bu cümle, yolsuzlukların engellenmesi açısından izlenmesi gereken yolun da özetidir. Yüreklere yeniden “Allah korkusu” ekmek...
Bu korku o kadar güçlüdür ki, “Nil kıyısında kuzuyu kurt kapsa, hesabı Ömer’den sorulur” anlayışı içinde, Padişahlar kıyafet değiştirip (tebdil çıkma) halkın arasına karışmak suretiyle bizzat denetlemeler yapmaktadırlar.
“Orhan Bey ve Sultan II. Murad gibi padişahlar, sabahları sokak başında durur, halkın dertlerini dinler, bürokrasiden bir şikâyet olup olmadığını araştırırlardı.
Belirli günlerde sarayın bahçesinde “Ayak Divanı” yapar, ülkenin dört bir yanından gelen halk temsilcilerinin dilekçelerini alır, bürokrasiden ve merkezi yönetimden yana şikâyetlerini dinlerlerdi.
Zaten Divan-ı Hümayun’un (bakanlar kurulu) ilk görevi, halkın şikâyetlerini dinlemek ve çözüm üretmekti. Fatih’e kadar padişahlar Divan’a bizzat katılır, Fatih’ten sonra ise perde arkasından izlerlerdi.
Nasuh Paşa’nın Balkanlarda zulmettiği yolunda bir söylenti yüzünden, Fatih Sultan Mehmed, Sadrazam Mahmud Paşa’yı görevden almış, Kanuni, o yıl fazlaca gelen Mısır Eyaleti vergilerinin baskıyla alınmış olabileceği kuşkusuyla Mısır’a müfettiş gönderip inceletmiş, her şeyin usulüne uygun olduğu rapor edilmesine rağmen, her ihtimali (özellikle kul hakkını) düşünerek Mısır Beylerbeyi’ni görevden almıştı…
Buna rağmen rüşvet, suiistimal ve yolsuzluk gibi, genelde birkaç kişinin arasında geçen uygunsuzlukların devletin gözünden kaçma ihtimalini düşünüp, Koçi (Mustafa) Bey (Koçi Bey Risalesi), Defterdar Sarı Mehmed Paşa (Nesayihi Vüzera vel Umera=vezirlere ve amirlere öğütler), Katip Çelebi (Düsturü’l Amel-li Islahi’l Halel” =Devlet Düzeninin Islahı İçin Düstur) gibi eleştiriler yazdırmışlardır (daha pek çoktur).
Koskoca imparatorlukta elbette uygunsuz insanların uygunsuz işleri de olmuştur, ama yaptıkları yanlarına bırakılmamıştır.
Eminim yine bırakılmayacaktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.