Yangın vaaarrr!
“Yangın var” diye bağırıyorum…
“Hani nerede?” diye soruyorlar.
“Evimde” diyorum, “içimde” diyorum, “yüreğimin en yüreğinde!”
“Boşver yansın” diyemiyorum, umarsızca ve sorumsuzca seyredemiyorum, ateşe barutla gidemiyorum… Söndürmeye koşuyorum…
Tarihi sorumluluğumun bir gereği olarak aklı başında herkesi uyarıyorum: “Siyasete zafiyet gelmesi, askerî vesayeti hortlatır, bunun sonuçları hepimiz için çok ağır, hatta çok vahim olur, hepimiz yanarız! On yıllık emeğimiz de çöpe gider, başa döneriz!”
Umursamazların derdi-tasası başka: “Bizim tarafta mısın, karşı tarafta mı, sen ondan haber ver?” diye sıkıştırıyorlar.
“Yangın” diyorum.
“Bırak yangını, bizim tarafta mısın onu söyle?”
Oysa bir tarafta olmak, yangını söndürmüyor. Bediüzzaman’ın ıstırabını, şimdi daha iyi anlayabiliyorum.
“Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise ne kıymet ifade eder?
“Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon (o zamanki nüfus) Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun.
“Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanım selâmette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.
Bir tek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslam memleketi olan bu vatanda, bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karsı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşallah Allah huzuruna girmek istiyorum, bütün faaliyetim budur.
“Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki, bolşevikler olsun. Bu îman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir.
“Beni serbest bırakınız. Elbirliğiyle komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim.
“Bana ıstırap veren, yalnız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz, çünkü düşmanı sezemez. Can damarımı koparan, kanımı içen en büyük hasmı dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ıstırabım, yegâne ıstırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!
“Dünya, büyük bîr manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garp (Batı) cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri (bulaşıcı) illete karsı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karsı koyacak? Garbin çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı?
“Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum, îman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.”
Başka da sözüm yok.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.