Batı’da pişti, bize de düştü
Batı’nın 20. Yüzyılın ortalarında sürüklendiği (kendi kendisini sürüklediği) büyük tuzağa düşmek üzereyiz…
20. Yüzyıl ortaları, Batı âlemi için “zevkperestlik” dünyasıdır! Çok üretecekler, kazanacaklar ve hayatın tadını çıkaracaklardı.
Tabii böyle bir “hayat projesi”nde aileye yer yoktu: Çünkü “aile” demek, “çocuk” demekti; çocuk “sorumluluk” demekti. Çocuklu aileler istedikleri gibi gezemez, dilediklere yere gidemez, gecenin bir vakti eğlenmeye çıkamazdı…
Yani “çocuk”, bir nevi “ayak bağı”ydı! Önce ondan kurtulmak gerekiyordu.
Zaten çok para kazanmak için kadınların da çalışması lâzımdı. Bu durumda çocuğun bakımı büyük sorun teşkil ediyordu.
Envai çeşit doğum kontrol yöntemleri keşfedilip uygulanmaya başlandı.
Zevk odaklı beraberlikler yaygınlaştı. “Evlilik müessesesi” çöktü.
Ne var ki, çocuklardan kurtulamadılar. Onlar bir şekilde dünyaya geliyor, sorumluluk daha ziyade kadınlarda kalıyor, aile eğitiminden ve kontrolünden mahrum yetişen nesiller, uyuşturucu başta olmak üzere her türlü uygunsuzluğun içinde yer alıp adeta toplumdan intikam alıyordu.
Evlilik oranı git gide düştü, doğum oranı daha da düştü…
Derken Akit Gazetesi’nin 7 Ocak Salı günü attığı manşete tıkandı: “Batı’da aile SOS veriyor”du!
Aslında Batı dünyası SOS (imdat çağrısı) noktasını çoktan geçmiştir. Artık bizim aile yapımız SOS veriyor.
Başbakan yıllardır ısrarla “en az üç çocuk” istiyor, devlet çapında teşvik tedbirleri alınıyor, yasalarda düzenlemeler yapılıyor, ama doğum oranları git gide azalıyor…
Dünyaya gelen çocukların kaçta kaçının doğru düzgün yetiştirilebildiği de ayrı bir mevzu; zira hayatımızda en çok yer tutması gerekirken, en az yer tutan onlardır.
Sekreterimize, çırağımıza, patronumuza, yardımcımıza, işçimize, otomobilimize, bilgisayarımıza, ev temizliğine, çamaşıra-bulaşığa ve televizyon seyretmeye ayırdığımız zamanın üçte biri kadarını bile çocuklarımıza ayırmıyoruz.
İşe-aşa, temizliğe-bulaşığa, televizyona-internete ve cep telefonuyla oynamaya yeten zamanımız, ne hikmetse, çocuklarımıza yetmiyor!
Her akşam televizyon dizilerinde tükettiğimiz saatler sanki yaşadığımız zamanın parçaları değil.
“Zamansızlık” gerekçesiyle evlâtlarımıza ayırmadığımız zamanı, dizilere kurban etmekte hiçbir beis görmüyoruz…
Sonra da toplumu saran yolsuzluklardan, olumsuzluktan, rüşvetten filan yakınıyoruz.
Bilmeliyiz ki, her çocuk ya İbrahim (Nemrut ateşine meydan okuyan Peygamber) ya Havva (hiç tanımadığı bir dünyada önce sevdiği adamı [Hz. Âdem] sonra da cennetin yolunu bulan ilk Anamız) olarak doğar…
Kötü örneklerle beslenir, ilgisizlikle bilgisizlik kıskacında tüketilirse, erkekler Nemrud’a, kızlar Minnie Dean’a dönüşür (Minnie Dean, 1800’lerde Yeni Zelanda’da yaşamış tarihin en zalim kadınlarından biridir. Asılarak idam edilmiştir)…
Çocuğun ilk örneği anne, ikincisi babadır. Ardından dedeler ve nineler gelir. Yani aile: Aileyi sağlam tutmak lâzım.
Uyuşturucu okul çevrelerinde pusu kurmuş, çocuklarımız kitaplarının arasında bir birlerine esrar ikram ediyor…
Bilgisayar başında meçhul ufuklara yelken açıp kötülerle iletişim kuruyorlar…
Gazetelerde, dergilerde müstehcen hayatlar okuyup, televizyonlarda seyrederek kendilerini kirletiyorlar…
Kısacası hayatı keşfettikleri zannıyla, kendilerini Nemrut ateşlerine atıyorlar!
Babalar vurdumduymaz, anneler çaresiz, çocuklar sahipsiz!
Evlâdını doğru düzgün yetiştirmesi gereken anne dizi seyrediyor, baba “yorgunum” bahanesine sığınıyor, dedelerle nineler çoktan aile dışına çıkarılmış…
Çocuğa “rota” çizen yok, hedef gösteren yok, anlatan-öğreten yok!
Yokluktan varlık çıkmaz, sevgili dostlarım. Üç-beş çocuk yapmakla da “iyi aile” olunmaz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.