Mustafa Özcan

Mustafa Özcan

Fitne mi değil mi?

Fitne mi değil mi?

Son sıralarda Türkiye’de İslami kesimler arasında yaşananlar bağlam kargaşasına uğruyor. Cızırtı ile hakikat örtülmeye ve gölgelenmeye çalışılıyor. Sözgelimi, dua- beddua meselesi dallandırıldı budaklandırıldı ve saadet dışına kaydırıldı. Fethullah Gülen bağlamından başka noktalara kaydırıldı. Bu bir yönlendirme ve saptırmadır. Son sıralarda arayı bulmak veya meseleyi tatlıya bağlamak için kimileri de ‘fitne’ kavramına veya benzetmesine başvuruyor. Gerçekten de mesele fitne meselesi midir? Belki ama fitne kaçınmayı mı yoksa meselenin üzerine gitmeyi mi gerektirir? Artık ok yaydan çıkmıştır ve meseleden kaçınma imkanı kalmamıştır. Lakin bu toptan ve kökten bir camiayı karalamak değildir. Lakin geniş zemine dayanan mekanizma kontrol dışına çıkmıştır ve ülkeyi ve mukadderatını tehdit etmektedir. Dolayısıyla mesele karşısında son derece kararlı olmak gerekiyor. Zaten Başbakan Erdoğan olmasaydı ülkeyi kuşatanlar ve devleti ele geçirmek isteyenler maksatlarına ermişlerdi. Allah’ın lütfu keremi olmasaydı emellerine ulaşırlardı. Ya düşman başa ya kuzgun leşe! Fitne denilerek meseleyi yatıştırma imkanı kalmamıştır. Meseleye fitne bağlamından yaklaşanlar pek fena yanılıyor ve çuvallıyorlar. Kimileri Suriye’deki IDİŞ meselesini de bir fitne meselesi olarak algılamışlardır. Kabul edelim ki, IDİŞ’in zemininde de çok masum ve iyi niyetli insanlar var. Lakin onlar da diğer masumlara karşı körlemesine veya kör bir alet olarak kullanılıyorlar. Bu durumda meseleyi fitne olmasın diyerekten sessizce geçiştirebilir misiniz? Kesinlikle buna imkan yok. İsmi karşısında mesafeli durduğum Suriyeli Selefilerden Adnan Arur bu meseleyle ilgili bir analiz yapıyor ve bu analiz bana çarpıcı geldi. Bu analiz Türkiye’deki benzeri ortam karşısında da nasıl davranmamız gerektiğine dair ışık tutuyor ve yol haritası gösteriyor.

*

Adnan Arur’un analizi şöyle: “Esat muhalifleriyle IŞİD arasındaki çatışmalar veya kavga zannedilenin aksine fitne değildir. IŞİD Suriye muhaberatının ilgili birimleri tarafından yönetilmekte ve yönlendirilmektedir. Samimi olarak onların örgütüne ve saflarına katılmış olanlara çağrımız bakidir. IŞİD’den kopsunlar, saf değiştirsinler…” Şeza Özgürlük Kanalına yaptığı değerlendirmede Arur devamla şunları söylemektedir: “IŞİD’in hedefi kesinlikle düzenle savaşmak değildir. Aksi olsaydı ilk günlerden itibaren cihat alanında boy gösterirdi. Aksine kurtarılmış bölgeler oluştuktan sonra ortaya çıktı ve bu bölgeleri kontrolü altına almak için savaşmaya başladı. Düzeni değil kendisinden olmayan İslamcıları karalamaya ve onları öldürmeye başladı. IŞİD aynı zamanda en iyi silahlanmış örgüttür. Ve yöntemi gasp ve soygundur. Onlara ‘Humus üzerindeki kuşatmayı kaldırmaya yardımcı olun’ dediğimizde oralı olmuyorlar. Kurtarılmış bölgeleri ele getirmek için çarpışıyorlar. Bir anlama PYD’nin paraleli. Rejimin lehine üçüncü bir unsur olarak devreye giriyorlar. Kontrol noktaları kuruyorlar ve buralarda akla hayale gelmedik suçlar ve katliamlar irtikap ediyorlar. Adeta Suriye’yi düzenin lehine teröre boğuyorlar. Elimizde onlarla ilgili belgeler var…”

*

Kısaca Arur’un dediği gibi IŞİD sessiz kalınması gereken bir fitne mi yoksa düşmanın beşinci bir kol faaliyeti mi? Buradan Türkiye’deki paralel gelişmelere gelelim. İran yanlısı yayın organları veya ajanslar Suriye meselesi dolayısıyla İHH’yı boy hedefleri yapmışlardı. Bir ara Osman Atalay’ı Suriye’ye yönelik silah kaçakçılığı yapmakla suçlamışlardı. Şimdi ise gece gündüz İran tehlikesinden bahseden ve özel hayatında ise batini eğilimler gösteren bir hareket veya yapı şimdi İranlıların hedefini tamamlamaya uğraşıyor! Kendi namlarına mı yoksa İran’a ortaklığa giden Amerikalılar namına mı? Yoksa oportünizm adına mı? Kilis’te İHH bürosunu basarak; onları ve onlar üzerinden hükümeti terör şebekeleriyle irtibatta göstermek başta Suriye halkına ihanet olduğu gibi onun ötesinde İslam dünyasının merkezi olarak Türkiye’ye de ihanettir. Bu sessizlikle geçiştirilemez. Bediüzzaman İslam dünyasının merkezi olarak Türkiye’yi göstermektedir. Lakin ondan misyon devşirdiğine inanan hareket veya Hizmet ise İslam dünyası diye bir yer görmüyor ki, merkezi olarak Türkiye’yi görsün! Ya da gizli imam doktrini gibi sadece kendilerini görüyorlar. Mesele bazılarının geçmişte söylediği gibi değildir. Sorun çevrede değil, bizzat yapının merkezi şahsiyetindedir. Necip Fazıl’ın ifadesiyle masum tabanın menhus tavanı! Maalesef televvün halindeki hareket son sıralarda Suriye üzerinden İran düşmanlığından İran dostluğuna sapma göstermiştir. Dünya nifak şebekesiyle birlikte İslam dünyasının dahili düşmanları Suriye rejimine çalışıyor. Harici terör ile batini terör ikisi de düzene çalışıyor. IŞİD ve Hizbullah örneği gibi.

İslam düşmanları, İslam dünyasıyla kenetlenerek kanatlanma imkanına sahip Türkiye’yi acil ve büyük tehlike olarak görmekteler. Türkiye’de imparatorluk mayası vardır. İran ise olsa olsa çakal rolünde oyun bozan bir figüran olabilir. Yapım aracı değil yıkım aracıdır. Bundan dolayı İran İslam dünyası için bir fitne kazanı olmaktan öte küresel düşmanın potansiyel ortağı ve aracıdır. Keza IŞİD bir fitne şebekesi değil düşmanın ta kendisidir. Nuseyri Esat rejimi bir fitne meselesi değil düşmanın ta kendisidir. Büyük düşmanın da vekilidir. Şimdi ABD, aslanı tilkiye veya kediye boğdurmaya çalışmaktadır. Türkiye’deki devekuşu gibi başı kuma gömülü, gövdesi dışarıda olan gizli yapı da onlara hizmete başlamıştır. Oyuncuları İranlı olan bir senaryo ile Türkiye’yi düşürmek istemişlerdir. İran Türkiye’yi Ortadoğu’da değil AB içinde görmek istemektedir. Hizmet de aynı. Yunus Çengel diye birisi ABD namına İslam dünyasının nükleer güç olmasına karşı çıkmaktadır. Onlara göre ABD Demirel gibidir ve lisan-ı haliyle şöyle seslenmektedir: “Big Brother olarak Ben varım ya! Size ne gerek silah?” Zaman yazarı Şahin Alpay, Başbakanın Japonya gezisi üzerinden Türkiye’nin nükleer silah edinmeye niyet ettiğini yazmakta ve birilerine ihbarda bulunmakta ve gammazlamaktadır. Şahin Alpay! Hayali silahlarla uğraşacağına gerçek silahlarla ve Amerikan silahlarıyla meşgul olsana! Artık İran düşmanlarının kavram üzerinden de hükümeti vurmak için İran’la ortak kavramlar kullandıklarını görebiliyoruz. İran yanlılarından ödünç kavram devşiren Ekrem Dumanlı, Başbakanı Yezid’e benzetmiş. Kimin neye benzediği belli. Bir de bu ortamda Hoca’nın Türkiye’ye nasıl geleceğini soruyor. Öyle ise Dumanlı Hoca’dan daha mı kahraman ki kendini feda edercesine burada kalıyor? Yoksa nöbet mi tutuyor? Ali Halit Aslan’ın yazdığı gibi Hoca gerçekten de gelişi Türkiye’yi karıştıracağı için mi gelmiyor yoksa oradan burayı mıncıklamak ve karıştırmak daha kolay olduğu için mi orada kalmayı tercih ediyor? Bu, aynı zamanda neden ABD sorusunun da cevabıdır. Orada kalması kendisi açından bir meşruiyet sorunu ise Türkiye açısından bir milli güvenlik meselesidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Özcan Arşivi