Çocuklarımıza armağanımız
Allah bağışlarsa üç çocuğum, üç da torunum var…
Torunlarımdan Nilüfer çalışma çağında (25 yaş) ve çalışıyor, Yavuz Bahadır yetişme çağında (15 yaş) okuyor, Nazende ise henüz gelişme çağında (5 yaş) anaokulu öğrencisi…
Fırsat buldukça ilgilenmeye çalışırım. Bu beni dinlendirir.
Nazende, anaokuluna başladığı zaman iki yaşı yeni tamamlamıştı. Gitmek istemiyordu. Zorla gönderildi. Hâlâ da gidiyor.
Seneye de ilkokula başlayacak.
Birinci sınıf, beşinci sınıf, sekizinci sınıf derken, yirmi yıla yakın bir süre okuyacak. Arada sınavlar, kurslar, ek dersler derken, çocuk olmaya vakit bulamayacak.
Bu anlamda, Osmanlı şehzadelerine hep acımışımdır: Çocuk olmaya vakit bulamadıkları, muziplik-yaramazlık yapamadıkları, dolu dolu oynayamadıkları için…
Vaktinden önce büyümek zorunda olmak güçtür. Psikolojilerinin nasıl etkilendiğini bilmiyorum, ama toplumumuzun giderek asık suratlı hale gelişinde bunun rolü olduğunu düşünüyorum…
Yeni nesil dersten derse, okuldan okula koşturmaktan stres üstüne stres almaktan gülmeyi unutmuş!..
Mesela benim Yavuz Bahadır hem liseye gidiyor, hem dershaneye. Arada bir sürü sınava da giriyor.
Hafta arası okul, hafta sonları dershane; bunlar da yetmiyor, bir sürü sınav… Ve bu, yıllardır böyle.
Çocuklarımız yıllardan beri “a” şıkkı ile “d” şıkkı arasında gelip gidiyor. İstikbalini ancak böyle kazanabilirmiş…
Çocuklarımıza yüklediğimiz sorumluluklara baktıkça, “onlara armağanımız bunlar mı olmalı?” diye düşünmekten kendimi alamadığımı itiraf edeyim…
Gelip gelmeyeceği belirsiz “istikbal” için, mevcut zamanımızı katlediyoruz.
Çocuklarımız, “başarılı insan” olmak için çabalamaktan, çocukluklarını yaşayamıyorlar: Çocukluklarını çalıyoruz! Henüz hayatı kavrayamadıkları bir çağda, hayatla korkunç bir yarışa sokuyoruz onları?
“Hayat bir kurtlar sofrası, kurtlar sofradan pay kapması için çocuğun son derece donanımlı olması şart; aksi halde yenilir, ezilir, silinir” diye düşünüp, çocuklarınızı “Başarıya mahküm” ediyoruz.
Gerçi, “başarıya mahküm” olmak, “idama mahküm” olmaktan iyi, ancak temelde her türlü “mahkümiyet” kötüdür!
Toplumun “biraz daha özgür” olabilmesi, çocuğun “biraz daha çocuk” olmasına bağlıdır.
Zaten çocuğun iyi yetişmesi ile çocuğa olabildiğince çok bilgi yüklemek arasında da bir bağlantı yoktur: Biz düpedüz “bilgi hamalı” üretiyoruz.
Çok şey bilen, ancak bildiklerini denetleyemeyen, denetleyemediği için de yerli yerinde kullanamayan, dillendiremeyen çocuklar “Büyük Türkiye” hayalimizi gerçekleştiremez.
Osmanlılar, çocuklarına önce “edepli” ve “erdemli” olmayı öğretirlerdi. Bu yüzden evlerinin en görünür yerlerine, “Edeb ya hu!” şeklinde herkesi edebe çağıran levhalar asarlardı.
Edeb ve fazilet, dürüst hayatın anahtarlarıdır. Hayat o sınırlar içinde yaşanırsa doğrudur. Osmanlıda öyle yaşanırdı: Öyle yaşandığı için de, sokakları gürültü götürmez, komşular bir birlerine haksızlık etmez, başkasını rahatsız edecek davranışlar sergilenmez, hile-hurda nedir bilinmezdi.
Hiç kimse salt bilgisiyle hayatı fethedemez! Bilginin yanına edep ve fazilet de koymak lâzım. Yanı sıra, çocuk, düzgün konuşmayı, doğru tartışmayı, dikkatli dinlemeyi, dürüst değerlendirmeyi, analiz etmeyi ve senteze ulaşmayı da öğrenmelidir.
Bilginin şöhrete ve servete kavuşmak için değil, “Adam gibi adam” olarak yaşamak için gerekli olduğunu hepimiz bilmek zorundayız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.