“Şeriat” mı elden gidiyor, “laiklik” mi?
Osmanlı asırlarında gerçekleşen yeniçeri ayaklanmalarının bahanesi “Şeriat elden gidiyor”, cumhuriyet döneminde gerçekleşen askeri darbelerin bahanesi ise “laiklik elden gidiyor” şeklinde oldu…
İsyancı yeniçeriler “Şeriat elden gidiyor” diye bağırırken, devletin anayasası Kur’an’dı, Kur’an hükümlerine aykırı kanun yapılamazdı…
Cumhuriyet döneminde yapılan darbelerin özünde “laiklik” vurgusu özenle yapılırken, laiklik anayasa ve yasalarda yazılı 50 küsür madde ile koruma altındaydı…
Ancak konuya duyarlı kitleleri olaya dahil edecek mümkün mertebe etkili bir “bahane” lâzımdı…
Yeniçeriler “şeriat”ı buldular, Kemalistler laikliği: Her ikisini de o günkü çıkarları istikametinde kullandılar.
Patrona Halil İsyanı (28 Eylül 1730) patladığında Osmanlı tahtında Sultan III. Ahmed (1703-1730) oturuyordu. Sadaret (Başbakanlık) makamında ise meşhur Nevşehirli Damat İbrahim Paşa vardı.
Patrona Halil liderliğinde azgın güruh, ipten kazıktan kurtulmuş azgınlarla saraya yürüdü. Sultan III. Ahmed’in tahtını, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile birlikte pek çok devlet adamının, yazarın ve şairin ise kellesini aldı.
“Şeriat” adına kalkışanlar hiçbir şer’i ve vicdani hüküm tanımadan tüm şehri günlerce yağmaladılar. Oluk oluk kan akıttılar. Ama bir süre sonra kendi kellelerini de verdiler.
•
1807’de Kabakçı Mustafa İsyanı olarak tarihimize geçen isyan patladı: Gerekçe yine “şeriat”tı. İkisinin arasında da özü “şeriat isterük” olan pek çok isyan daha patlamış, hiç biri hiçbir işe yaramamış, sadece devlet zaafa düşmüş ve diş bileyen dış güçlere yem olacak kıvama gelmişti.
Bu tarihte Osmanlı tahtında Sultan III. Selim oturuyordu…
III. Selim bizim mahallenin dindarlarının algısının aksine, kötü bir padişah değildi. Dünyayı yakından izliyor, sosyal, siyasal ve askerî alandaki yeniliklere ayak uydurmaya çalışıyordu.
Amacı, devleti tepeden tırnağa kadar yeniden oluşturmak, bunun için de Yeniçeri Ocağı gibi miadını doldurmuş eski kurumları peyderpey ortadan kaldırıp çağın gerekli kıldığı donanımla devleti donatmaktı…
Batı karşısında ayakta kalabilmenin başka yolu da yoktu. Yumuşak yöntemlerle işe başladı. Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmadan “Nizam-ı Cedid” isimli bir ordu kurdu.
Avrupa (özellikle Fransa ile İngiltere) ve Rusya, Sultan III. Selim’in ekonomik, askerî, siyasî, idarî, ticarî ve sosyal ıslahatlarından memnun gibi görünüyorlardı, ancak içten içe Avrupa’da büyük bir telaş vardı: Osmanlı bu yeni yapılanma sayesinde eski gücüne kavuşur diye korkuyorlardı (şimdi de böyle bir korkunun izlerini görüyoruz: Rusya ile İran, çoluk-çocuk sivilleri gaz bombalarıyla zehirleyip kitlesel katliam yapan Esad’ı bunun için destekliyor, AB ve NATO bunun için işi ağırdan alıyor).
Osmanlı Devleti’nin toparlanmasını istemeyen dış güçler içimizdeki hainleri harekete geçirdi. Akkâ yenilgisini (Cezzar Ahmed Paşa’nın, elindeki az bir kuvvetle Napolyon Bonapart’ı püskürtmesi) bir türlü unutamayan Fransa’nın İstanbul Sefîri Sebastiani, aleni kışkırtıcılık yapıyor, Sadaret Kaymakamı Selânikli Köse Musa kitleleri tahrik ediyor, ikisi el ele yandaşları vasıtasıyla “şeriat elden gidiyor” propagandası yapıyorlardı.
Sonunda emellerine ulaştılar…
Kandırılmış kalabalık saraya yöneldi. İsteseydi Padişah, haklarından gelirdi, fakat kardeş kanı dökülmesin diye, istemedi. Sonradan bunu şöyle itiraf edecekti: “Bu işlere sebep, benim hilmimdir” (yumuşak başlılığım).
Halim selimliğin bedeli olarak önce tahtını, sonra canını verdi. Ama âsiler de kellelerini kurtaramadılar: Elleriyle tahta çıkardıkları Sultan II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nı hiçbir iz bırakmayacak şekilde ortadan kaldırdı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.