Şeriatçı Kazım
Yıllar önceydi. Ramazan ayında mahallemden uzak bir camide yatsı öncesi vaaz veriyordum. Bir Efendi bizi ısrarla bir akşam iftara davet etti. O camiye komşu birisiydi, her gün gelir bizi dinlerdi. Böylece yeni tanışmıştık.
Böyle ilk tanışmalarda yaşanan misafirliğin ağır havası herkesi az çok huzursuz eder, malumdur. Bu yüzden evimizde muhabbetle içilen sıcak bir tas çorbanın o tür ciddi ortamlarda yenilen ziyafete tercih edileceği herkesin bir kanaati olsa da, insanlarla ilişki böyle böyle kurulduğundan ve bu yeni kurulan dostluklardan davet ve tebliğ adına istifadelerin nasıl ilmik ilmik bir medeniyet ördüğünden, bir toplum dokuduğundan, bir hedefe yürüyüşte kaçınılmaz olduğundan, kimsenin bunlara hayır deme lüksü olmaz. Bunu da herkes bilir.
Hem gerçekten zaman çok dar olduğundan, hem davet sahibinin ciddiyetini anlama bakımından, nazikçe reddettimse de ısrarına memnuniyetle mağlup oldum.
Evini tarif etmişti. Kolay bir tarifti ama akşama yakın bir saatte biz iki ev arasında şaşırdık, bir tercih yapamadık. Az ötede o mahalleli olduğunu zannettiğimiz bir gence yaklaştık ve adamın adını soyadını vererek evini sorduk. Adamın yüzünde tanımanın mutluluğu dalgalandı bir an ve “ha, şu bizim Şeriatçı Kemal mi? İşte şu ev” dedi.
Biz arkadaşlar adama teşekkürden sonra gülüşmeye başladık. Ne güzel bir tanınma değil mi? O zaman “şeriat” kelimesini kullanan adam, bir sağına, bir de soluna bakar, öyle söylerdi. Öyle bir dönemdi maalesef o zamanlar…
Böyle bir zamanda mahallede böyle bilinmek ne güzeldi! Ama sonra üzüldük. Akşam karanlığı gibi bir hüzün çöktü içime. Eğer bu mahallede “şeriatçı” olarak tek siz varsanız, artık bu da lakap gibi tanınmak için kullanılıyorsa, burada şeriatçı olan çok azdır demek ki. Bu yorum da bizi üzdü doğrusu.
Ey böyle söyleyen kardeşim, sanki o şeriatçı da sen değil misin? Şeriatçı olmayan Müslüman olur mu? Asla! Müslüman, şeriata iman eden, ona teslim olan adam demektir. Çünkü şeriat, Allah Teâlâ’nın gönderdiği İslam demektir. Din, İslam, şeriat, helal haram, ahlak aşağı yukarı aynı anlama gelir. On güne kalmaz çıkacak olan “Sistem ve Şeriat” kitabımız baştan sona bunu anlatır. Ama ya algı? Cumhuriyet, devlet, sistem, devrimler ve ilkeler yanında acaba “şeriat” nasıl bir algı oluşturuyor zihinlerde?
Bir başka dostumuz daha var bizim, adı “şeriat” ile özdeşleşmiş. Tekerek köyünde yaşayan dostumuz “Şeriatçı Kazım” Efendi. Bunu sorduk bizim o dostumuza. Bugünlerde hasta olduğunu duyduğumuz, Rabbimizden sıhhat ve afiyet dilediğimiz o ahbaba dedik ki:
- Her Müslüman şeriatçıdır arkadaş. Sen bu adı tek başına nasıl aldın?
- Hocam biz medresede Risale-i Nur okurken basıldık, mahkemede yargılandım ve hapsedildim. Suçum da şeriatçı olmakmış. Hapishaneye girince oradaki mahkumlar başıma toplandılar. “Allah kurtarsın” faslından sonra sordular:
- Kazım Efendi, sen iyi bir adama benziyorsun. Seni ne diye içeri attılar? Suçun ne senin?
- Benim suçum “şeriatçı” olmakmış. “Sen şeriatçısın” diye içeri attılar. Ne yapayım, “ben şeriatçı değilim” diyemem ki! Her Müslüman zaten şeriatçıdır. Babam şeriat Allah’ın dini değil midir? Elhamdu lillah hepimiz şeriatçıyız.
Güler misin, ağlar mısın? Hepimiz Müslümanız, hepimiz şeriatçıyız da, bu Kazım Efendi niye hapis yattı? Bunu içeri atanlar acaba kafir miydi?
Ayıkla pirincin taşını!..
Sorular bitmez ki: Risale-i Nur okumak niçin suçtu? Dini kitap okumak nasıl suç sayılabilirdi? O kitapları yazan adam yıllarca zindanda yattıktan sonra kendisi de kitapları da beraat etti. Buna rağmen daha sonra yasak niye devam etti?
En zor soru da şu olsa gerek: O kahraman alimi takip ettiğini söyleyen adam veya adamlar, onu ve talebelerini zindanlara atan sistemle nasıl uzlaşarak, işbirliğine girerek paralel yapı oluşturdular da diğer dindar muhafazakar Müslümanlara karşı savaş başlattılar?