Türkçeyi “argo” götürüyor
“Bu milletin (Türklerin) öyle tatlı bir konuşma tarzı vardır ki, bütün medeni milletlere örnek olabilir” (Charles Mac Farlane)…
Meşhur İskoç yazar, bir de bugünkü “argo” tutkumuzu görseydi, acaba neler yazardı?
“Argo” tutkumuz, II. Meşrutiyet’in (24 Temmuz 1908) getirdiği “hürriyet sarhoşluğu” içinde çıkarılan gazeteler ve kurulan siyasi partilerle birlikte başladı…
Önce siyasi partilere bakalım…
İttihat ve Terakki Fırkası’yla (kuruluşu: 21 Mayıs 1889) Ahrar Fırkası (1908), yeni yeşermeye başlayan siyaset arenasında sürekli olarak bir birlerini vurmaya çalışıyor, iki parti arasında bölünen gazeteler ve yazarlar da üslubu git gide sertleştiriyordu…
Daha sonra devreye Osmanlı Demokrat Fırkası (1908), Osmanlı Ahali Fırkası (1910), Osmanlı Sosyalist Fırkası (1910), Hürriyet ve İtilaf Fırkası (21 Kasım 1911), Halaskar-ı Zabitan Grubu (1912) da girdi…
İttihad ve Terakki’nin yayın organı Tanin,Derviş Vahdeti’nin her şeye amansız muhalif gazetesi Volkan,Mevlanazâde Rıfat’ın İttihad-Terakki’ye düşman gazetesi Serbesti ve Prens Sabahaddin’in “adem-i merkeziyet” fikrini yaymaya çalışan Osmanlı Gazetesi başta olmak üzere, 700 civarında Türkçe gazete, partiler arasında bölünüp amansızca mücadele ediyor, “muharrir”ler (köşe yazarları) bir birlerine ve “düşman” saydıkları partilere en sert kelimelerle insafsızca saldırıyordu.
Türkçedeki en sert kelimeler de yetmez olunca, “argo” kullanmaya başladılar. Bir süre sonra “argo” da az gelecek ve silaha sarılacaklar, İttihad ve Terakki iktidarının tetikçileriyle alaylı subaylar tarafından kurulan Halaskar-ı Zabitan Grubu tetikçileri bir birlerine suikastlar düzenlemeye başlayacaklardı.
Bir taraftan da, yeni yeni yeşeren karikatürler, toplumsal hayatın içine “bomba” gibi düşüyor, her “bomba” siyasi ve sosyal nezaketin bir parçasını berhava ediyordu...
Zaman içinde buna muharrirlerin (köşe yazarları) kavgası da eklendi: Farklı inanç ve düşünce sahipleri bir birlerine ağza alınmayacak sözlerle saldırarak “edeb” dışına çıktılar.
Bütün bunları önce “dehşet”le, sonra “hayret”le karşılayan İstanbul halkı, zaman içinde alışkanlık kazandı…
Derken yavaş yavaş halk da “argo” kullanmaya başladı. Nezaket bağları zayıflaya zayıflaya koptu.
Oysa eski İstanbul’un, Bebek, Beykoz, Beylerbeyi, Beyoğlu, Beylikdüzü, Harem, Fatih, Eminönü, Aksaray, Ayvansaray, Galatasaray, Sarayburnu, Sütlüce, Hasköy, Kadıköy, Ayaspaşa, Ayazağa, Balmumcu gibi semt isimleri bile meşhur “İstanbul nezaketi”nden doğmuştu…
Nihayet “Ankara” isimli bir tarım kasabası “Başkent” oldu. “Tarım kasabası”nda semt isimleri, doğal olarak tarıma ve hayvancılığa dayalı olacak, semtler Samanpazarı, Atpazarı, Koyun Pazarı, Tavuk Pazarı, Etlik, Nallıhan,Çukurambar, Hergele Meydanı, Keçiören, Toklu diye isimlendirilecekti.
Ankara Belediye Başkanı ve AK Parti başkan adayı Melih Gökçek, istediği kadar “Ankara’ya denizi getiremeyiz, ama boğazı getireceğiz” desin, değil boğazı, denizi bile getirse, Ankara hiçbir zaman İstanbul olmayacak!
Tek cümle: Osmanlı bir “Nezaket ülkesi” kurmuş, İstanbul’u “Nezaket Ülkesinin Merkezi” yapmıştı.
Çoktandır, nezaketten koptuk…
“Edeb-âdab” gibi kavramları unuttuk…
Bırakınız “muhalif” olmayı, katı düşmanlığın bile bile “edeb”i, “âdab”ı olmalı!
Osmanlı’nın en kızdığı insana yönelttiği en ağır kelime “edepsiz” kelimesiydi. Aynı zamanda bu “ahlâksız”, “nezaketsiz”, “özensiz”, “saygısız”, “sevgisiz”, “merhametsiz”, “kaba-saba”, “vefasız”, “düşüncesiz”, “duygusuz”, “izansız”, “insafsız” anlamına geliyordu.
En kızgın anında, “Edeb Yahu!” diyor, bunu levhalara yazıp duvarına asıyordu.
İki kelimeden oluşan bir cümle ile tüm sosyal hayatının sırrını asırların kulağına fısıldıyordu:
“Edeb yahu!”
Tabii bu levhayı önce kalplere asmak lâzım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.