Bugün 23 Nisan/ Ölüyor onca insan!
Bugün 23 Nisan…
Bugün Çocuk Bayramı… Bugün tatil…
Bugünün hatırına Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da, Mısır’da, Açe’de, Myanmar’da ve Afrika’nın pek çok fakir ülkesinde kurşundan, yokluktan, yoksulluktan, açlıktan meydana gelen çocuk ölümleri keşke tatile çıksa!..
Bugünün hatırına Türkiye’de hiçbir çocuk üzülmese, kırılmasa, ağlamasa, yanmasa, çeşitli kazalara kurban gitmese; hiçbir çocuğun annesi eşleri tarafından şişlenmese, kurşunlanmasa keşke!..
Hiçbir çocuğa, anlamsız şiirler ezberletilmese, okutulmasa, sıra sıra dizilip büyüklerin nutku “cebren ve hile ile” dinletilmese…
Ah ilkokul yıllarım! Her 23 Nisan bayramında toprak bahar kokarken, tiril tiril önlüklerimizin içinde üşürdük…
Hemen hemen her 23 Nisan soğuk ve yağışlı geçerdi Doğu Karadeniz’de. İlkokulumuz denize birkaç yüz metre uzaklıktaydı. Önünden de dere geçerdi. İki taraftan esen rüzgâr kemiklerimizi ısırır, titreşip dururduk…
Ama ben, her milli bayramda olduğu gibi, 23 Nisan’da da çalakalem yazılmış övgüleri şiir niyetine okumak zorundaydım. Sıram geldiğinde ana kapıya yükselen merdivenin üst basamağına çakılır, Başöğretmen Hikmet Bey’in özenle seçtiği şiiri bas bas bağırırdım:
“Güzel yurdum ellere, bir mal gibi satıldı,
“Ata’mın gür kaşları birden bire çatıldı...
“Binerek bir hamlede şahlanan kır atına,
“Haykırdı ‘alçak’ diye, Sultan’ın suratına.
“Çarpsaydı damarında eğer halis Türk kanı,
“Satar mıydı Vahdettin, keyfi için vatanı?”
“Neden satmış”, “kime satmış”, “kaça satmış” nereden bilebilirdim? O tarihte küçüktüm. Üstelik şiir ayrıntı vermiyordu. Ama Başöğretmenim bazı ayrıntılar veriyordu: Ona göre her şey son derece yalındı: “Vahdettin vatanı satmış, Atatürk ise geri almış”tı. “Atatürk bizi kurtarmasaydı, İngiltere’nin kölesi” olacaktık!
İyi ama babam, “Kurtuluş Savaşımız boyunca hiçbir cephede İngiltere ile savaşmadığımızı, İngiltere’yi hiçbir cephede yenmediğimizi, İstanbul’u bir süre işgal altında tutup sonra geldikleri gibi gittiklerini” söylüyordu.
Büyüyünce fark ettim ki, pek “geldikleri gibi” gitmemişler: “Halife-i Ruy-i Zemin”i alıp götürmüşler! Bir daha da Ümmet-i Muhammed’in (kısa bir süreliğine Abdülmecid) halifesi olmamış; ipi kopmuş tespih tanesi gibi savrulmuşlar. Petrol yatakları da Avrupalı büyük devletler tarafından paylaşılıp sömürülmüş (hâlâ bile öyle). Keşke hayat çocuk şiirleri kadar basit olsaydı!
Ayrıca şiirin, muhtemelen kafiye tutturma endişesiyle uydurulmuş mısralarına da fena halde takılırdım: “Çarpsaydı damarında eğer halis Türk kanı/Satar mıydı Vahdettin keyfi için vatanı?”
“Halis Türk kanı” nasıl bir kandı meselâ?.. Bildiğimiz kan gruplarının içinde miydi, dışında mı? Acaba aynı ülkenin vatandaşı olan Lazların, Kürtlerin, Çerkezlerin, Abazaların, Romanların, Arnavutların kanı da “halis” miydi? Bir kanın “halis” olup olmadığı nasıl anlaşılırdı, ne tür tahliller gerekirdi?
Çözememiştim. Yalnız bu değil, çözemediğim öyle çok muamma vardı ki, sonunda patladım: O günlerde okuduğum bir kitabın etkisiyle, Atatürk’ü Samsun’a Sultan Vahdettin’in (Vahidüddin) gönderdiğini, bu durumda “hain” denemeyeceğini söyledim Başöğretmenime… Ardından hesap sorar gibi sordum:
“Neden ders kitapları, şiirler ve siz ısrarla ‘hain’ diyorsunuz?”
Dedim, ama ense köküme de şaplağı yedim: “Ben ne diyorsam o!”
Gerçek ne olursa olsun, belge ne söylerse söylesin, o ne diyorsa o!
“Bugün 23 Nisan/ Neşe doluyor insan” diyorsa, neşe dolacaksın! 10 Kasım’da “matem” diyecek, üzüleceksin!
“Onuncu Yıl” kitabında yazılı olduğu üzere, padişahların, “Sarayın dört duvarı arasında ömürlerini zevk ve sefahatle geçiren mirasyediler” olduğunu tekrarlayarak büyüyeceksin…
“Sarayın dört duvarı arasında ömürlerini zevk ve sefahatle geçiren mirasyedi” padişahların nasıl dünyayı dize getirdiklerini, Bizans’ı nasıl fethettiklerini, tekmil Avrupa’ya nasıl hükmettiklerini, Viyana kapılarına nasıl dayandıklarını, ülke sınırlarını nasıl 22 milyon kilometrekareye çıkardıklarını merak etmeyeceksin.
Merak edersen, şaplağı ense köküne yersin!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.