G.Y.'ler Türkiye'yi Çirkinleştirdiler
Doğu sınırımızdaki vilayetlerimizden birinde, millî mimari üslûbumuza uygun bir okul binası yaptırılıyormuş, solcu bir eğitim sendikası feryadı basmış, “Bu ne biçim okul binasıdır, külliyeye benziyor...” mealinde yaygara kopartmış.
Yakın tarihimizde millî mimarimiz boykot edilmiştir.
Mimarlık okutulan fakültelerde ve yüksek okullarda, seneler boyunca cami mimarisi okutulmamıştır. Düşünebiliyor musunuz, hâl binası nasıl yapılır, opera ve tiyatro binası nasıl yapılır, tren istasyonu binası nasıl yapılır gibi konuları okutuyorlar; cami binası nasıl olmalı, onu okutmuyorlar. Bu günkü camilerdeki estetiksizlik bu hıyanetten ileri gelmektedir.
On yıllar boyunca yapılan resmî binalar; okullar, üniversiteler, hastaneler, adalet sarayları, hükümet konakları hep çirkin şekilde yapılmıştır. Onların çirkin, ruhsuz, gudubet yapılar olmasına bilhassa özen gösterilmiştir.
ülkeyi demir pençeyle idare eden G.Y.’ler, Türkiye’yi mimarlık ve şehircilik bakımından alabildiğine çirkinleştirmişlerdir.
Böyle bir zulmü, Sovyetler Birliği boyunduruğunda yaşayan Müslümanlara ve Türklere, Stalin bile yapmamıştır. Azerbaycan’a gidiniz, orada Sovyetler zamanında yapılan büyük yapılara bakınız; kütüphaneler, tiyatrolar, opera binaları, okullar, üniversiteler... bütün bunlarda Azerbaycan/İslâm geleneksel sanatının ve mimarisinin çizgilerini, şekillerini, renklerini, havasını görürsünüz. Bizde ise...
Ermenistan sınırımızdaki vilayette yapılan okul binasının suçu neymiş? İnternetteki inşaat fotoğrafına baktım, kemere benzeyen yerleri var, pencerelerin üstünü de biraz sivri yapmışlar. Bunu tenkit eden sendikacılar ne kadar “yabancılaşmış”, dar kafalı, milliye düşman bir zihniyete sahip. Dünyanın neresine gitseniz yöresel üslûpta binalar görürsünüz. Türkiye’de niçin olmasın?
Bizim mimarlığımız elbette Selçuklu, Beylikler, Osmanlı mimarisinden ilham alacaktır.
Mahkeme duvarı gibi okul yapılmaz ki... çocuklarımız, bu bina içinde yıllarca okuyacak. İçleri açılsın, gönülleri ferah olsun...
Her çirkin bina, bir şiddet içerir. Bendeniz, şahsen güzel, zevkli, asaletli, estetik bir binanın önünden geçerken ferahlanırım, neşelenirim. Aksine, kötü çirkin bir bina içimi karartır, beni strese sokar.
Bir binanın sağlam olması yetmez. Aynı zamanda mutlaka güzel olmalıdır.
Mimarlık sanatının ve fenninin babası sayılan Romalı Vitruvius, bir binada üç aslî özellik bulunmasını şart koşar: Birincisi sağlam olacak, ikincisi fonksiyonel, yani hangi iş için kullanılacaksa ona uygun olacak, üçüncüsü mutlak güzel olacak.
Osmanlı’nın son âmme hizmeti binası Sultanahmet Cezaevi’dir. Nefis bir binadır. Şu anda beş yıldızlı bir otel olarak hizmet veriyor. Four Seasons Otel. Bu binanın projesini yapan mimara bin kere aferin olsun... Nihayet bir hapishâne binasıdır... Lakin öyle bir güzellik, sanat, zarafet, şahsiyet medeniyet vermiş ki... Bundaki asalet ve sanat, Ankara’nın yüksek bir tepesindeki köşkten bin kat üstündür.
Yakın tarihimizde Vandallar, Türkiye’nin iki büyük değerini, iki büyük zenginlik kaynağını tahrip ettiler:
* Yazılı kültür ve edebiyat dilini,
* Mimarlık ve şehirciliği...
Zengin ve engin edebiyat dilimizi kaybedince derin düşünemez olduk; bir kaza sonucu hâfızasını yitirmiş adamlara döndük... Mimarlığımızı yitirince betondan bir çirkinlik tufanı içinde boğulduk.
çok hayıflandığım bir gerçektir. Müslümanlar da lisan ve mimarlıktaki yabancılaşmadan ve soysuzluktan paylarını aldılar. Böyle olmasını istemediler ama “mâruz” kaldılar. Zehirlenmek iki türlü olur. Birincisi, kişi bilerek, isteyerek, kasten zehri içer. İkincisi, böyle bir niyet ve kastı olmadığı halde zehirlenir, zehirletilir... İkisi de aynı hesaba çıkar, ikisi de aynı neticeye ulaşır.
G.Y.’lerin millî mimariye, İslâm/Osmanlı mimarisine korkunç bir düşmanlık ve kinleri vardır.
Şu İstanbul’a bakınız. Ne kadar çirkinleştirdiler. Beton ve asfalt ruhumuzu kararttı. İslâm medeniyetinin, İslâm kültürünün iki büyük düşmanı beton ve asfalttır.
Romalılar iki bin yıl önce on binlerce kilometre yol yapmışlar. ülkemizde de... Bunların bazı bölümleri hâlâ duruyor. Kütüphânemde Roma yollarına dair İngilizce bir kitap var. Ne kadar sağlam ve asaletli yollar.
Mimarlık denilince, hatırıma Mekke-i Mükerreme geliyor ve içim cız ediyor. O kutsal şehir gökdelenlerle, neron ışıklarıyla dolmuş. Bunlar ruhaniyeti katleden deccalî şeylerdir.
Hepsini kastetmiyorum ama birtakım İslâmcılara çok dargın ve öfkeliyim. Ellerine fırsat geçmiş, lisan ve mimarlık konusunda müsbet bir iş yapamıyorlar.
Ana dilleri Türkçe olan Müslümanların, 1920’lerin zengin ve tabiî Türkçe’sinde ısrar etmeleri gerekir.
Uyduruk, yapay, arı duru, zorlama, tecavüze uğramış öz Türkçe konuşmak ve yazmak Müslümanlara yakışmaz. Ziya Paşa’nın Türkçe’sini yazalım demiyorum. Elverdiği kadar zengin Türkçe yazalım. Aksi taktirde, Türkçe’deki bozulma, bütün faaliyet ve hizmetlerimize sirayet ederek (yayılıp bulaşarak) her şeyi dejenere edecektir.
Lisanda, mimarlıkta, şehircilikte, sanatta, kültürde yozlaşmaya, yabancılaşmaya, soysuzluğa; çok şuurlu, çok azimli bir şekilde, bütün yasal yollardan karşı koymalıyız.