Osmanlılar
Selçuklular misyonlarını ifa edip tarih sahnesinden çekilirken, İlâhî bir ikram olarak Osmanlılar tarih sahnesine çıktı.
Osmanlıların cedd-i emcedi Kayı Aşireti, başlangıçta Büyük Selçuk Sultanı Alpaslan’ın dâvetine icabet ederek Anadolu’ya girdi. Orta Asya steplerinde bir vatan bırakmışlar, Anadolu’yu ebedî vatan yapmaya gelmişlerdi.
Bir sürü badireden geçerek gelen Kayı Aşireti’ni talih Anadolu’da Selçuklularla buluşturup tanıştırdı. Yassıçemen mevkiinde Selçuklularla savaşan Moğol ordusuna tereddütsüz saldırıp zafer tacına ortak oldular. Selçuk Sultanı Keykûbad’la Kayı Aşireti’nin genç serdarı ve reisi Ertuğrul Bey arasında cereyan eden çadır sohbeti, sanki bir bayrak töreniydi. Anadolu’yu Müslümanlaştırma ve Türkleştirme misyonunu ifa eden Selçuklular, fetih bayrağını, yeni doğuşun müjdecisi olarak, Anadolu’ya ayak basan Osmanlı soydaşlarına teslim ediyor, şerefleri, şanlarıyla tarihten çekilmeye hazırlanıyorlardı.
İhtimal o sıralar, bu muazzam devr-i teslimin şuurunda değillerdi. Ama tarihin tecellisi mezkûr buluşmanın esas mahiyetini çiziyor: Sultan Keykûbad’dan nasibini alan Ertuğrul Gazi, bir avuç kahramanıyla, aşiretine ikram edilen topraklara yürüyecek, Söğüt’e yerleşmek suretiyle mukadder fethe ilk adımları atıyordu.
Zaman içinde Bizans kaleleri bir biri ardından düştü. Artık Osmanoğulları diye anılan Kayılar, 1308’lerde Marmara Denizi’ne dayandılar.
Müjdelenmiş şehri uzaktan, bir sis perdesinin ardına saklanmış kuğu alımlılığında görmek bile kanlarını tutuşturmuş olacak ki, o hızla Bursa’yı aldılar, devlet merkezi yaptılar (1326) ve Maltepe Zaferini kazandılar (1328).
Artık İstanbul, müjde şehir, daha yakındı. Bir solukta içlerine çekmek istiyorlardı. Bunun için de Selçuklu’nun eski payitahtı İznik’i fethetmeliydiler. Bizans’ın yumuşak karnına bir Osmanlı kılıcı gibi girmeliydiler.
Osmanoğullarının ilk fetihlerindeki şuuru gördükten sonra, şu hükmü rahatlıkla verebiliriz:
Kayı Aşireti, Horasan’dan Söğüt’e, ardından mezar taşlarından bir iz bırakarak yürürken, güçlü bir devlet olma hayalini de beraberinde sürüklüyor, bunun kalıcılığının Konstantiniye’nin fethine bağlı bulunduğunu seziyor ve hiç şüphesiz, “Konstantiniye bir gün mutlaka fethedilecektir” müjdesini mukaddes bir muska gibi beyninde ve kalbinde taşıyordu.
“Feth-i mübîn” bu “Saadet Zinciri”nin son halkasını teşkil ediyor.
Hedefsiz devlet, hedefsiz insan gibidir: İkisi de dağılmaya ve başarısızlığa mahkümdür.
Bunun en çarpıcı örneği de Timur İmparatorluğu’dur. 1402’de cereyan eden Ankara Savaşı’nda Timur Han, Yıldırım Padişahı yenmiş, yanına alıp başkentine dönerken de Anadolu’daki beylikleri hortlatmış, Anadolu’yu param parça etmişti.
Osmanlı Devleti’nin sahipsizliği 1402’den 1413’e kadar sürdü. Osmanlı tarihçileri kardeş kavgalarıyla geçen bu döneme “Fetret Devri”, ya da “Fasıla-i Saltanat” dediler. Tam bir anarşi dönemiydi: Yüreklerle birlikte evler, şehirler, kaleler de yandı.
Nihayet Çelebi Mehmed devleti derleyip toparladı…
Ondan 40 yıl sonra da Osmanlı Devleti “vuslat”a erdi: Doğu Roma’yı fethedip ezeli hasretine ulaştı.
Bu süre içinde Timur İmparatorluğu neredeyse tarihten silinmişti: Timur Hanedanı ise 1507’de sona erdi.
Osmanlı Devleti ve hanedanı ise 1922’ye kadar devam etti.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.