Amacı ve hedefi olan kazanır
Bizim ya hiç hedefimiz yok, ya da hedeflerimiz kısa. O kadar kısa ki, ufkumuzu daraltıyor. Oysa hedeflerimiz uzun olmalı. Ne kendi hayatımızla sınırlanmalı, ne fani dünya ile. Bunun ne anlama geldiğini, dilerseniz Sâre Hatun’la, Fatih Sultan Mehmed arasında geçen bir konuşmanın ışığında çözmeye çalışalım
Bu konuşma Pontus (şimdiki Trabzon’un bulunduğu topraklardaki eski Bizans İmparatorluğu) Seferi sırasında, Karadeniz’in amansız dağlarında geçer.
Fetih ordusunda Sâre Hatun isimli çok muhterem bir kadın da bulunmaktadır. Bu kadın Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın annesidir. Fatih’e, oğlu tarafından ricacı gönderilmiştir. Uzun Hasan, Fatih’i bu seferinden vazgeçirmek istemektedir. Çünkü, Pontus İmparatoru David Komnenos’un yeğeniyle evlidir. Aralarında akrabalık vardır.
Pontus İmparatoru David, Uzun Hasan’dan yardım istemiş, bunun üzerine Uzun Hasan, Fatih’e annesini ricacı olarak göndermiştir.
Sâre Hatun, Fatih’le uzun uzun görüşmüş, Fatih öylesine etkilenmiş, Sâre Hatun’un faziletine, dürüstlüğüne, yiğitliğine öylesine hayran olmuştur ki, kısa bir süre sonra ona “Sâre Ana” demeye başlamış ve isteği üzerine de yanına almıştır.
Sâre Ana iki arada bir derede kalmıştır. Kâh oğlunun ricalarını tekrarlamakta, Fatih’i Pontus seferinden vazgeçirmeye çalışmakta, kâh dinî inançları evlât sevgisine galip gelmekte, Fatih’i “küffar üzre sefere” teşvik etmektedir.
Pontus Seferi çok çetin şartlarda geçer. Karadeniz’in geçit vermez sarp kayalıkları, özellikle de Zigana Dağları’nın karlı yamaçları dize gelmez. Padişah bile sık sık atından inip yürümek, tırmanmak, hattâ sürünerek gitmek zorunda kalır.
Böyle çetin bir mücadelenin sonunda mola verildiği bir sırada Sâre Hâtun, genç Padişaha sokulur. Padişah ter içindedir. Tırmanırken dizi kanamış, gömleğinin yakası yırtılmış, hafif olsun diye başına sardığı ak tülbent tozdan ve terden kararmıştır. Cihân Padişahı sıradan, gayretli bir yeniçeriye benzemiştir. Sâre Hâtun’un ana yüreği bu görüntüye dayanamaz:
“Şevketlü oğlum,” der, “bu Trabzon’a bunca zahmet nedendür? Bunca zahmete, meşakkate değer mi? Gelinime bağışlayıver gitsin.”
Elinin tersiyle alnındaki teri silen Fatih, şu cihana bedel cevabı verir:
“Ey Ana, bu zahmet din yolundadır. Zira bizum elumuzda İslâm kılıcı vardur, eger bu zahmeti ihtiyar itmesevüz bize Gazi dimek yalan olur!”
Güzel olan ne biliyor musunuz? Fatih Sultan Mehmed gibi bir Peygamber müjdesi, hedefini sadece ahrete dönük tutmuyor, öyle bir hedef belirliyor ki kendine, hem dünyayı kucaklıyor, hem de ebediyete (ahrete) geçiyor. Yani dünyadan taşıp ebedileşiyor.
İşte gençlerimizi hedef sahibi olma konusunda teşvik ederken, Fatih’in sahip olduğu “hedef gibi hedef”den söz ediyorum. İstanbul fatihi sağlam bir Müslüman, çok iyi bir mü’min, halis bir dindar, İlahî hükümlere mânâ ve madde plânında sıkı sıkıya bağlı bir kul, nihayet iyi bir devlet adamı, hukukçu ve askerdi.
Müslümanların sekiz yüz küsur senelik fetih hasretini ancak böyle biri dindirebilir, fetih rüyasını böyle biri gerçekleştirebilir, Peygamber övgüsüne böyle biri mazhar olabilirdi.
Ne zaman mürid, ne zaman mürşid, ne zaman derviş, ne zaman padişah olacağını çok iyi bilen bu komple şahsiyet Ak Şemseddîn gibi bir ruh deryasının içinde yıkanmasaydı (demek hoca önemli), acaba bu kemale erişebilir, bu dengeyi kurabilir miydi? Sultan II. Murad gibi fedakârlık timsali bir babanın olgun ellerinden namluya sürülmeseydi (demek babanın babalık görevi yapması önemli), Konstantiniye’nin tepesine gülle misal düşebilir miydi? Hümâ Hâtun gibi bir annenin telkinleri, tavsiyeleri, ahlâk ve fazilet aşısı olmasaydı (demek anne de önemli) devrinin zirvesine çıkabilir, zirvede kalabilir miydi?
İşte “cevher insan” olabilmenin şartları kendiliğinden ortaya çıkmış bulunuyor: Aile, eğitim, çevre...
Dünün şevketi, izzeti, gayreti nasıl bu unsurların ihyasında yatıyorsa, bugünün sefaleti, hezimeti, gafleti de aynı unsurların ihmalinde yatıyor.
Kısaca, bu unsurların mükemmelliği ölçüsünde fert ve toplum mükemmelleşir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.