Yürek İnkılâbı
Komünizm ve faşizm arka arkaya çöktü. Kapitalizm ise kendini sürekli değiştirip dönüştürmekte varlık arıyor...
Yine de her yer terör ve savaş. Hayat ölüm kokuyor, insanlar acı çekiyor, mutsuzluk kol geziyor! İnsanlık iyice bunaldı: Bunalan insanlığa yeni bir “Yürek İnkılâbı” lâzım!
Bu arayış bizi doğrudan doğruya Devr-i Saadet’e götürüp Peygamber-i Âlişân Efendimiz’le buluşturur...
Çünkü Onun dünyayı şereflendirmesiyle, dünya büyük bir “Yürek İnkılâbı”na sahne olmuştu... Kin, nefret ve vahşet’in hükmettiği “eski dönem”e artık “Devr-i Cehalet”; sevginin, şefkatin, saadetin ve müsamahanın hükmettiği “Yeni Dönem”e de “Devr-i Saadet” denecekti...
O gelir gelmez, çağ, âdeta ikiye ayrılmıştı: İnancı, ibadeti, kıyafeti, rengi, dili ve kabilesi (milleti diyelim) sebebiyle insanları ezen, horlayan, aşağılan “egemen güçler” hızla “eski”yor; kim olursa olsun insanı hayatın merkezine koyup salt “insan” olduğu için “eşref-i mahlûkat”(yaratılmışların en yücesi) sayan yeni anlayış, “yeni bir oluş” başlatıyordu.
Yeni “oluş”un temeli sevgi, şefkat ve hoşgörüydü. Aslında taa Hz. Adem’in şeytanla mücadelesinden başlayıp tüm peygamberleri kuşattıktan sonra Peygamber-i Âlişân Efendimiz’e kadar gelen “mücadele”nin bir tarafında “sevgi”, öbür tarafında “nefret” vardı: Bu mücadele, sözün tam manasıyla, sevgi ile nefretin yüreklere hakim olma mücadelesiydi.
Peygamber-i Âlişân Efendimiz, hayata sevgiyi hâkim kılmak için gönderildi: Yani O bir “Sevgi Peygamberi”dir. Bu vasfı o kadar belirgindir ki, ümmetini sürekli olarak hoş görmeye, affetmeye ve sevmeye yönlendirmiştir...
Kendisini taşlayanların yanı sıra sevgili amcasını katledenleri de bağışlamış, ağzına hemen hemen hiç beddua almamış, oğlu Hz. İkrime incinmesin diye, öldükten sonra Ebucehil’in aleyhine konuşulmasını dahi yasaklamıştı...
Sürekli tebessüm ederdi: Arkadaşları ittifak halinde, “Onu asık suratla hiç görmedik” şeklinde, güler yüzüne şahitlik ediyorlardı...
O hayatın tümüyle içinde bir Peygamber’di: Çocuklarla oynamaktan zevk alan, hanımlarına şaka yapan, arkadaşlarına ve fikirlerine önem veren, “Allah tarafından seçilmiş insan” olmasına rağmen herkes gibi yaşamayı seçen, bu anlamda zaman zaman acı çeken, aç kalan, yaralanan, incinen bir Peygamber...
Hayatın içinde yaşadı, ama asla sıradanlaşmadı. Asla hayatını rutinleştirmedi. Hayatın her türlü ayrıntısına dikkat eder ve dikkat çekerdi. Herkesin burnunu tutup başını çevirerek önünden geçtiği kokuşmuş bir köpek leşinin güzel dişlerini öne çıkaracak kadar hayatla barışıktı...
Hayatın getirdiği yükü taşırken, hayatta var olan güzellikleri ıskalamazdı. Dikenleri olduğu gerekçesiyle gülü sevmekten geri durmazdı. Bu tavrıyla “gül”e dönüştü ve asırlar ötesiyle buluştu. Çağlar boyu tüm insanlık için en güzel örneği teşkil etti. Bu yüzden Onu iyi tanımalı, çocuklarımıza iyi anlatmalıyız.
Bence bu yüzden Efendimiz’i çocuklarımıza anlatmakta fazla başarılı değiliz.
Peygamberini “yaşama” konusunda aktif olmayan bir annenin yahut babanın, Efendimiz’in çocuklarla iletişiminin mükemmelliği hususunda verdikleri Peygamberî örnekler, kendileri tarafından da uygulanmıyorsa, çocuğu sadece ikileme düşürmeye yarar; şöyle düşünür:
“Çocuklarla oynamak güzel bir şeyse ve Peygamberimiz torunlarıyla oynuyordu ise, neden annem-babam, dedem-ninem benimle oynamıyorlar?”
Bu durumda muhtemelen ev halkının samimiyetsizliğine hükmedecektir.
Doğru yaklaşım, çocukla oynarken (yani Peygamber Efendimizi bu boyutuyla yaşarken) çocuğun en almaya hazır olduğu anı yakalayıp, çocuklarla oynamayı Peygamberimizin de çok sevdiğini anlatmaktır.
Böylece çocuk kendi isteği ile birlikte Peygamberinin tavrını da yaşayacak ve zaman içinde bunu benimseyecektir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.