Rehine kurtarma sevinci
49 konsolosluk rehinesini 101 gün sonra kurtardık diye milletçe öyle bir sevindik ki, iki zıt duygu arasında kaldım… Bu uluslararası başarıya bir taraftan sevinirken, diğer taraftan tarihe bakıp sıkıldım.
Düşünün ki biz, 1525’te Fransa Kralı I. Fransuva’yı (François), Alman İmparatoru Şarlken’in elinden bir mektupla kurtarmış Kanuni’nin torunlarıyız.
Rehineleri kurtarmada gösterilen başarıyı küçümsemiyorum. Emeği geçen herkesi tebrik ederken, Kanije Kalesi’ni başarıyla savunup düşmanı püskürten (18 Kasım 1601) 71’lik delikanlı Tiryaki Hasan Paşa’nın (1530-1611) söylediklerini de aklımdan çıkaramıyorum.
Kısaca anlatayım. 1601 yılının Ağustos sonlarında Avusturya Arşidükü Ferdinand, Almanlar başta olmak üzere İtalyanlar, İspanyollar, Fransızlar, Macarlar ve Papalık gönüllülerinden oluşan elli bin kişilik büyük bir kuvvetle Kanije Kalesi’ni kuşattı. 9 Eylül gününden başlayarak, hemen her gün, 42 büyük topla kaleyi dövmeye başladılar. Öyle müthiş bir cehennemdi ki, her gün Kanije Kalesi’ne ortalama 1500 gülle düşüyordu. Buna karşılık kalede sadece beş bin mücahit vardı. Herkes her tarafa koşuyor, herkes elinden geleni yapıyor, güllelerin kale bedenlerinde açtığı gedikler, geceleri bin bir fedakârlık ve güçlükle onarılıyordu.
Zaman içinde kalede yiyecek-içecek ve barut azaldı. Bu yüzden az yiyor, az içiyor ve her kurşunu dikkatle atıyorlardı. Ekim sonlarına doğru, düşman, Kanije’ye girebilmek için varını yoğunu ortaya koydu. Önce nehir üzerine köprü kurup asker geçirmeye çalıştı, ne var kiHasan Paşa, geceleyin köprüyü yaktırdı. Kurulan ikinci köprüyü ise çengellerle içeri çektirdi, üzerindekiler nehre atlayıp boğuldular. Bunun üzerine, Avusturya Arşidük’ü Ferdinand,Hasan Paşa’nın başını getirene kırk köy vaad etti.
Kış bastırdı. Buna rağmen düşman çekilmiyordu. Kanije’de ise yiyecek-içecek ve barut tamamen bitmişti. Hasan Paşa, “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” diyerek, üç bin kişilik kuvvetiyle kaleden çıktı. Son bir gayretle düşman üzerine atıldı. Böyle bir şeyi aklından bile geçirmeyen düşman, hazırlıksız yakalanmıştı. Dağınık bir vaziyette kaçmaya başladılar. Düşman karargâhı Osmanlıların eline geçti. (İmkânsızlıktan imkân çıkarmak budur).
Tiryâki Hasan Paşa, düşman karargâhı tamamen temizlenip kontrol altına alındıktan sonra,Arşidük Ferdinand’ın gösterişli tahtına kuruldu. Dikkatle komutanlarına bakıp şöyle dedi:“Onlar işte bu gösteriş merakı yüzünden kaybettiler. Biz kulluğumuzla kazandık.”
Padişah’a bir mektupla zaferi müjdeledi. Mağlûbiyet haberlerinden bıkmış olan Sultan Üçüncü Mehmed (1596-1603), Kanije Zaferi’ne çok sevinmişti. Tiryâki Hasan Paşa’ya vezirlik rütbesi verdi. Murassa kılıç, muhteşem şekilde donatılmış üç hilâlli sancak ve bir de Hatt-ı Hümâyun (padişah fermanı) gönderdi.
Pâdişâh, Hatt-ı Hümâyununda, Hasan Paşa’yı kutluyor, “Berhudar olasun, sana vezâret virdum ve seninle olan asker kullarım ki, mânen oğullarumdur, yüzleri ak ola. Makbûl-i Hümâyunum olmuştur. Cümlenuzi Hakteâlâ Hazretleru’ne ısmarladum” diyerek övüyordu.
Hatt-ı Hümâyunu okuyan Hasan Paşa, birden hüngür hüngür ağlamaya başladı. Şaşırıp sevinmesi gerekirken neden ağladığını soranlara da şöyle dedi:
“Bizum gençluğumuzde böyle küçük hizmetlere vezirlik verilmez, pâdişâh mektubu yazılmazdı. Kanije Müdafaası gibi küçük hizmetlere de artık vezirlik verilmeye, Hatt-ı Hümâyunlar yazılmaya başlanması, kaht-ı rical (adam kıtlığı) emaresidir ki, âcil tedbir düşünülmezse, Osmanlı’yı kasıp kavurur. Biz ne idik, ne olduk diye ağlıyorum.” Evet dostlar, ne idik, ne olduk?
Biliyorum, “Geçmişe mazi derler”, ama geçmişten hız ve ilham almayanın geleceği olmaz!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.