Askerler küreselleşmeden korkar mı?
Korkar. Nedeni basit: Küreselleşme; toplumu, siyaseti ve ekonomiyi de-net-le-ne-mez hale getiriyor. Küreselleşmenin yarattığı 'iletişim çoğulluğu' kitlelerin ve düşüncenin denetimini imkansız kılıyor; geleneksel kontrol yöntemlerini, 'toplumla iletişim' dairelerini etkisizleştiriyor.
Küreselleşme geleneksel dost-düşman, yerli-yabancı, iç-dış ayırımlarını güçleştiriyor; bunların üzerine siyaset yapanların işlerini zorlaştırıyor. Oysa istiyorlar ki tek merkezden, bir komutla her şeyi denetleyebilsinler, keyiflerince düzenleyebilsinler, tüm toplumsal aktörleri hizaya dizebilsinler.
Olmuyor, olmayacak. Küreselleşme 'tek egemen' olmak isteyenlere karşı çok merkezliliği, egemenliği paylaşmayı gerektiriyor. Egemenliğin sadece ulusötesi kurumlarla değil bizzat ulusun kendisiyle paylaşıldığı bir düzen yaratıyor. Tek egemen olmak/kalmak isteyen sivil-asker bürokratlar sevmiyorlar küreselleşmeyi.
Sıklıkla ulusal egemenliği yabancılarla paylaşmak istemediklerini ifade ediyorlar. Ama hiç de inandırıcı değiller. 'Ulusal egemenlik' diye tutturanların egemenliği 'ulus'a devretmeye razı olmadıkları ortada. Kaygısını güttükleri, ellerinden giden kendi egemenlikleri. Küreselleşme bireyi ve toplumu kendi başına egemen kılacak yeni imkanlar yaratarak bürokratları rahatsız ediyor.
Küresel bir dünyada bürokratik elitler ülke sınırlarını dışa kapatamıyor, ülkeyi 'ulusal bir hapishane'ye dönüştüremiyor, insanları demirperdelerin ardına kapatamıyorlar. Küresel bir dünyada bürokrasi egemenlik kuramıyor; hayatı, insan faaliyetlerini, düşünceyi düzenleyemiyor, denetleyemiyor. Küreselleşme, hak ve hukuk ihlalerini ulusal sınırlar içine hapsedilemez yapıyor. İhlaller, işkenceler, hukuksuzluklar ulusal sınırları aşıyor, dünya gündemine taşınıyor. Saklanamıyor, halı altına süpürülemiyor.
Ama şeffaflık güç odaklarının pek de sevmedikleri bir hal olmalı. Küreselleşme karşıtlığı üzerinden şeffaflaşmaya, denetlenmeye, izlenmeye, hesap sorulabilmeye anlaşılabilir bir tepki bürokrasininki.
Küreselleşme, yarattığı imkanlar, getirdiği dinamikler, yaygınlaştırdığı ve etkinleştirdiği aktörlerle bireyle devlet arasında tampon alanlar yaratıyor, yeni koruma imkanları getiriyor. Güçlenen yeni aktörler ve yapılarla birey, devlet karşısında yalnız olmaktan kurtuluyor; devleti kısıtlayan, hatta yer yer denetleyen yerel ve küresel aktörler içinde yeni korunaklar ediniyor.
Küresel bir dünyada ilişkiler 'devletler kulübü' içinde cereyan etmiyor sadece. Güçlü bir devlete sırtınızı dayayıp, 'eşsiz stratejik konumunuzu' bu ülkeye pazarlayarak herkesi susturamıyorsunuz. Başka aktörler, kurumlar, dinamikler de var. Böyle güçlü bir devleti de arkanıza alsanız uluslararası sivil toplum yanlışlarınızı tüm dünyaya duyurabiliyor.
Evet, dünyanın bu kadar çok merkezli hale gelmesi, herkesin sesini duyurabilmesi, haksızlıkların, zulümlerin gizlenememesi iktidarını sınırsız ve fütursuzca kullanmak isteyenlerin hoşuna gitmiyor. Ne yapalım? Elinde cep telefonu taşıyan herkes, yani neredeyse herkes her şeye tanık. Üstelik bu tanıklığını anında tüm dünya ile paylaşması da mümkün. Eskidendi 'big brother is watching- büyük birader sizi izliyor' vaziyeti. Şimdi neredeyse tüm bireyler 'büyük birader'i izliyor. İzlenen, denetlenen birey değil artık, devlet.
Yılda 20 milyar doların doğrudan yabancı sermaye yatırımı olarak girdiği, İstanbul borsasındaki yabancı payının 70 milyar doları aştığı, yılda 20 milyon turistin geldiği, 5 milyon TC vatandaşının yurtdışına seyahat ettiği, milli gelirin neredeyse yarısının 'dış ticaret ve turizm'den yaratıldığı bir ülkeyi bürokrasi yönetebilir mi? Dünya ile böylesine bütünleşen bir Türkiye'de darbe olur mu? Yapan 'çılgın'lar olsa da böyle bir ülkeyi yönetebilirler mi? Yönetemediklerinde ne olur?
Küreselleşmeyi neden sevmediklerini anlamak zor değil. Bürokratik elit rahmetli Özal'ı neden asla affetmedi biliyor musunuz? Türkiye'yi ekonomisiyle, toplumuyla ve siyasetiyle dünyaya açtığı için. Ne mi olmuştu dışa açılınca? Kuş kafesten kaçmıştı, bir daha da girmeyecek...