Ramazan münasebetiyle…
Bir kamuoyu araştırmasının sonucuna göre, Türk’ümüz, Kürd’ümüz, Laz’ımız, Çerkez’imiz, Abazamız, Arnavutumuz ve sair unsurlarımızla yüzlerce yıldır bu coğrafyaya kökleşmiş milletin çocuklarının yüzde seksenbeşi ramazanda tüm olarak, yahut yarım yamalak oruç tutuyoruz...
Bu çok önemli bir orandır ve asıl birlik noktamızı vurgulamaktadır.
Çünkü bir millet dünyevi hiçbir konuda bu oranda ittifak etmez.
Ne var ki, milletin yüzde seksenbeşinin ittifak ettiği ramazan orucu, millete istikamet haritası çizme iddiasında olan aydının gündemine bir türlü giremiyor.
Böylesine kapsamlı bir ittifak noktasına gazetelerimizin ve yazarlarımızın vurgu yapmasını boş yere bugüne kadar bekledim.
Kıble eksenli yazarlarımız dışında kimsenin kılı kıpırdamadı.
Oysa sosyolojik yönelimleri tahlil etmeye bayılırlar. Yine de bir milletin yüzde seksenbeşinin bir şekilde katıldığı derin olguyu görmezden gelirler.
Bunlar ramazanı sevmezler; sevmedikleri için gündemlerine almazlar; her ramazanı “Oruç tutmadığı için bir genci evire çevire dövdüler” seviyesinde ele almaya bayılırlar.
Buna da şükür: Zira bunların yetiştiği gazete kırklı yıllarda ramazanın geldiğini toplumdan saklamak istercesine iç sayfalarında tek sütuna kaybeder, bunların “hoca”sı yazarlar ise, her ramazanın sonunda “Ramazandan can havliyle çıktık” diye başlayan rahatlama yazıları yazarlardı.
Ramazanlar gelir gider...
Duymak istemeyenler duymaz, görmek istemeyenler görmez, sevmek istemeyenler sevmez, tutmak istemeyenler tutmaz.
Fıkralara konu olan şu Bektaşi gibi...
Malum eskiden elektronik gözlem aletleri yoktu. Bu yüzden ramazanın başlaması ramazan hilâlinin çıplak gözle görülmesine bağlıydı. Tabii bunun da kuralları ve kabulünün bazı şartları vardı.
İşte o yıllarda, Bektaşi, ramazan hilâlini görmemek, ramazanın geldiğini öğrenmemek için evinin perdelerini gün boyu sımsıkı kapalı tutuyor, gece ille de sokağa çıkması gerekirse, sürekli önüne bakıyordu.
Ama yağmurlu bir gece kahveye giderken, oyunu bozuldu. Önündeki su birikintisinde ramazan hilâlinin yansımasını görmüştü.
İrkildi ve kızgın kızgın başını kaldırıp gökyüzüne baktı:
“Anladık gelmişsin be mübarek, bari gözüme girme!” diye söylendi.
Bazılarının gözüne girse de, ramazan yüreğine girmiyor.
Ne diyelim, her şey nasiptir.
•
Bektaşi’ye sormuşlar:
“Erenler en çok hangi ayı seversin?”
Hiç tereddütsüz cevap vermiş:
“Ramazanı.”
“İyi ama” demişler, “bildiğimiz kadarıyla sen namaz kılmaz, oruç tutmazsın. Bu durumda ramazanı sevmenin sebebi nedir?”
“Ramazanı severim” diye tekrarlamış Bektaşi, “severim çünkü ramazan yenir!”
Bugünün oruç tutmazları bu anlamda dahi ramazanı sevmiyor.
Sevmek şöyle dursun, ramazan isim olarak bile anılsa bazılarının tüyleri diken diken oluyor.
Çünkü meyhanelerin, yemekhanelerin “ramazan münasebetiyle” kapanmasına tahammül edemiyorlar.
Olsun: Şeytan azapta gerektir!
•
Eskiden, kırklı yıllarda “ramazan münasebetiyle” bu tür fıkralar anlatılır, hatta ders kitaplarına kadar yaygınlaştırılırdı.
Amaç ramazana karşı hürmeti kırmaktı.
Çok şükür kırılmamış. Hatta arttı. İstanbul’un iftar sonrasını temaşa eden, bu olguyu rahatça görür.
Ramazanın her akşamı her yer bayram yeri gibi.
Hele de Sultanahmet Meydanı ile Feshâne...
Elbette bu tür kutlamaların katılmadığımız bazı yönleri de var, ama ramazana bayram havası katması yakın geçmişin acısını unutturuyor.
Bu Çiftetelli Medyası’na, bu yarı aydın takıma, şuna-buna rağmen Türkiye’nin manevi atmosferinin nereden nereye geldiğine bir bakın ve lütfen şükredin.
Hem şükredin hem de ramazanın sosyal boyutunu daha derin yaşamak için sosyal aktivitelerinize hız verin.
Haydi kolay gele, mübarek ola!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.