Kobani hadisi ve el Cezire
‘IŞİD hadisleri!’ başlıklı bir yazımızda (Yeni Akit 18 Ağustos 2014) iki hadis aktarmıştık. Bu hadislerden birisi mevkuf olarak Hazreti Ali’ye dayanırken diğeri merfu olarak Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. İkincisinde en azından raviler zincirinde bir kopukluk görünmüyor. Bu yönde cerh edici/ kadih bir illet söz konusu değil. Aktaran da hadis hafız ve imamlarından Nuaym Bin Hammad’dır. Hadis şöyledir: “Benden sonra size dört fitne gelecektir. Birincisinde, kanlar (dökülmesi) helal kılınacaktır. İkincisinde hem kanlar, hem de mallar helal kılınacaktır. Üçüncüsünde ise hem canlar, hem mallar, hem de uçkurlar helal kılınacaktır. Dördüncüsü ise örten, kapatan, bürüyen kör ve sağır bir fitnedir; denizdeki dalgalar gibi kabarır, hareket eder. Hiç kimse ona karşı bir sığınak bulamaz. Şam’da tayf ve karaltı gibi dolaşır; Irak’a çöreklenir. Eliyle ve ayaklarıyla el Cezire’yi (Kürt bölgesi) vurur. Ümmet, derinin tabakhanede çekiştirilmesi gibi çekiştirilir, belaya maruz kalır. Kimse ‘yeter, yeter’ diyemez ve bir yerden kalksa diğer yerde patlak verir ve çöreklenir (Kitabu’l Fiten, hadis no: 87, s: 31)….” Bu hadise bir yönüyle Kobani hadisi de demek mümkündür. Gerçekten de hadis bugün yaşananlara çok mikro düzeyde, kılcal damarlar mesabesinde temas etmektedir. Bu da nübüvvet mişkatının ve dürbününün ne kadar nafiz, kuvvetli ve ilahi güce dayandığını göstermektedir. Ayette de ifade edildiği gibi Hazreti Peygamber hevasından ve kuruntusundan konuşmaz, konuştukları vahiy mahsulüdür. Bu aynı zamanda kendi heva ve heveslerinden dolayı hadisleri reddeden ve onların vahye müstenit olduğunu reddedenlere anlayacakları bir dilden; vakıa üzerinden bir cevaptır. Lakin hevanın ilacı, ikna edici delil değil, nefsi ve hevesatı gemlemektir. Mücahededir. Bundan dolayı ne kadar delil getirirseniz getirin, heva bunları kabul etmeyecektir. Lakin ehli heva ve bidat bunları kabul etmiyor diye bizim de reddedecek, onların kervanına katılacak halimiz yok.
•
Hadis, makro düzeyde İslam ümmetinin yaşadığı olaylara parmak basarken mikro düzeye de inmekte; saniye ve saliseler düzeyinde veya milimetrik düzeyde de Aynu’l Arab ve Kobani meselesine parmak basmaktadır. Sözkonusu hadis, ‘eliyle ve ayaklarıyla el Cezire’yi (Kürt bölgesi) vurur’ ibaresiyle, meseleyi günümüzde aldığı şekle göre detaylandırmaktadır. Bu mucizevi bir ayrıntıdır. Bununla birlikte üzülerek görüyorum ki; bazıları meseleyi münhasıran Cizre veya Körfez ülkeleriyle irtibatlandırmaktadır. Cizre, Fırat Ceziresi’nin küçük bir bölgesidir. Halbuki, hadisin andığı ahirzaman coğrafyası, tam da olayların yaşandığı, PYD veya PKK’nın Rajova dedikleri ‘kantonlar bölgesine’ işaret etmektedir. Elbette Körfez ülkeleri Ceziretü’l Arap olarak nitelendirilir. Bununla birlikte el Cezire denildiği zaman coğrafi olarak Suriye ile Irak’ın kuzeyi akla gelmektedir. Bizim ‘el Cezire, Arabistan değil, Kürdistan’dır’ tespitimize bu yönde yanlış itirazlar geliyor. Bu itirazcılar doğru yerine yanlışı esas alıyorlar. Bu hem coğrafi tabire, hem de yaşanılan vakıaya aykırı düşmektedir. Bu itirazları kaynaklarla çürütmek mümkün. Arapça Wikipedia’da, ‘Fırat Ceziresi’ başlıklı bölümde Kürdistan veya Kürt bölgesinin Emeviler, Abbasilerden beri El Cezire namıyla bilindiğini ortaya konuluyor ve sınırlarını şöyle tarif ediyor: “El Cezire, Suriye’nin kuzeyi ile kuzey batı Irak ile Türkiye’nin güneyini kapsar. Mezopotamya’nın kuzeyidir. Doğu’da Zağros Dağları, kuzeyde Toros Dağları, güneyde ise Şam kırsalı tarafından çevrilir. El Cezire; Irak’ta Ninova, Suriye’de ise Haseke, Deyru’z Zor ve Rakka vilayetlerini kapsar. Türkiye’de de Mardin, Diyarbakır ve Urfa illerini içine almaktadır.” IŞİD’in merkezi Rakka ve Deyri’z Zor ve Musul olup tam da bu bölge hadisin ifade ettiği El Cezire’ye tekabül etmektedir. Genel anlamda kullanıldığında el Cezire Haseke ve Musul demektir. Bu anlamda IŞİD hadisi bir mucizedir. İnkâr etmeye veya tevil etmeye mahal yoktur. IŞİD’in faaliyet alanı bu bölgeyle sınırlı olmasa da faaliyet merkezi burasıdır.
•
‘El Cezire’de mikro çözüm’ başlıklı yazıda ise Bengi Hajo adlı Kürt yazar aynı coğrafyadan bahsetmektedir. Kamışlı, Haseke ve el Cezire’den aynı coğrafyanın uzantıları olarak söz etmektedir (http://www.elaph.com/Web/opinion/2014/12/963413.html ). Hadisleri yorumlarken coğrafya bilgisi eksik olursa maksadı tutturmak mümkün olmaz. Bir hadisinde Peygamberimiz (S.A.V.) Müslümanlar Ürdün Nehrinin doğu, Yahudiler de Batı yakasında ve pozisyonunda oldukları halde iki taraf arasında savaş kopacağını haber verir. Sahabeler bunu duyduklarında şöyle söylerler: O gün Ürdün’ün doğrusu nerede olduğunu bilmiyorduk (Lem nekün narifu eyne’l Ürdün yevmezake). Sahabeler coğrafyayı futuhatlarla birlikte tanırlar. Üsame İbni Zeyd, Peygamberimizin buyruğu doğrultusunda ve Hazreti Ebubekir’in de halife olarak tekraren görevlendirmesiyle birlikte futuhatın ilk yıllarında Bizans sınırlarında olan Darum Kalesi’ne yani Gazze kıyılarına kadar ulaşır, buraları zapteder (Suretün min Hayati’s Sahabe, Prof. Abdurrahman Re’fet Paşa, Daru’l Edeb el İslami, s: 229). Selman Avde’nin ifade ettiği gibi Ürdün Nehri hadisi zayıf bile olsa vakıa onu tasdik etmektedir. Hem Batı Şeria ile Doğu Şeria arasında Yahudi -Müslüman mevzilerinde bir savaşın çıkacağına dair hadis, hem de El Cezire veya daha mikrosunda Kobani ile ilgili hadis vakıa ile doğrulanmaktadır. En azından El Cezire hadisi birinci aşamayı, Ürdün Nehri hadisi de ikinci aşamayı doğrulamaktadır. Ürdün rejimi İsrail’e dost olsa da coğrafi mevzii aynen hadiste ifade edildiği gibidir. Burada siyasi rejim değiştiğinde savaş da kopacak demektir. Belki de o gün sahabeler ahirzaman coğrafyasını bilmemekte mazurdular lakin bizim bugün Cezire’leri karıştırmamızın mazereti yok. Üstelik bunu vakıa da ortaya koymaktadır (http://islamport.com/w/amm/Web/1528/5325.htm). Kıssadan hisse: Günümüzde hadislerin coğrafyasıyla alakalı bir çalışma yapılmalı, yapıldıysa tamim edilmelidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.