Laiklik Bitmedikçe…
Batılılar ve bilerek veya bilmeyerek onların yerli işbirlikçileri olan Batıcılar, Türkiye Cumhuriyeti devletini kurarlarken ellerine büyük bir imkan geçirdiler. Bu imkan, zayıf düşmüş bu milletin egemenlik haklarını kullanan devletini ele geçirmeleriydi.
Batılılaşma için çalışanlar, gizli açık yüzyıllardır sürdürdükleri faaliyetlerin neticesine “Cumhuriyet” ile elde etmişlerdi. Artık Osmanlı'nın külleri üzerinde yepyeni bir devlet doğuyordu. Bu devletin en temel özelliği, kendilerine göre, sırtlarında bir kambur gibi taşıdıkları İslam'dan ve hiçbir faydaları olmadığı halde yüzyıllardır hamallığını yaptıkları “yeryüzü Müslümanlardan” kurtulmaktı.
Onlar, “misak-ı millî” yerine “Türkiye” adıyla sınırları belirlenmiş küçük bir ülkeye razı oldular. Yönlerini batıya çevirdiler. İslam dünyasına da bir daha dönmemek üzere ebediyen veda ederek arkalarını döndüler.
Artık bu yeni ülke bir Batılı ülkesiydi. Onların kültür ve medeniyet yapısı, yönetim biçimi ve hayat tarzı hakimdi. Elbette halk bunu gönül rızası ile kabul etmeyecekti. Peşinen bilinen bir gerçekti bu. Bu yüzden zaten vatandaşa hiçbir şey sorulmadı. Ondan mutlak itaat beklendi.
İyi de, acaba halk bu dayatmayı da kabul edecek miydi?
O günün şartlarına baktığımızda görürüz ki halkın bunu reddedecek bir gücü yoktu. Evet, içinde bir muhalefet vardı. Öfke vardı. Hatta yer yer isyan da etti. Fakat bütün bu çabalar sonuçsuz kalmaya mahkumdu.
Kendisini temsil için meclise gönderdiği, insanların da yapacakları çok bir şeyleri yoktu. Çünkü Mustafa Kemal kafasına koyduğu devrimleri gerçekleştirmek için teklifini sunduğunda, buna karşı çıkan insanlara açıkça şunu söylemiştir: "Bu kanunlar behemehal çıkacaktır, ama muhtemel ki bazı kelleler gidecektir".
Bunun acı ve korkunç örnekleri de yaşanmıştı o günlerde. Faili meçhul cinayetlerden herkes korkuyordu. Yapılacak çok bir şey kalmamıştı.
Buna rağmen Mustafa Kemal, laikliğin altyapısı olan hilafetin ve şeriatın kaldırılmasında işi garantiye almak için Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisini feshetmiş, yerine millet adına meclisi Ankara'da oturduğu yerden kendisi seçmişti. İşte bu özel seçilen meclis sayesinde daha sonra istediği devrimleri tek tek gerçekleştiriyordu.
Mustafa Kemal'in bütün bunları yapabilmesi için büyük bir karizmasının olması gerekiyordu. Bölümün başında da anlattığımız gibi bazı tarihçiler bu karizmanın oluşması için Yunanlılarla yapılan savaşları “muvazaalı” bulmuşlar ve yaşanan olaylara " tiyatro" olarak bakmışlardır. Öyle ya da böyle düşmanı denize döken Mustafa Kemal'in millet üzerinde bir karizması vardı. Fakat devrimler oldukça halk tarafından bu karizma çiziliyordu. Çiziliyordu ama elden başka da bir şey de gelmiyordu. Çünkü yeni devlet devrimleri gerçekleştirmek için başta istiklal mahkemeleri olmak üzere her türlü tedbiri almış olarak muhaliflerinin üzerine acımasızca gidiyordu. Bu macerayı “Osmanlıdan Cumhuriyete Büyük Kırılma” kitabımızda anlatmıştık.
Cumartesi günü elimize yeni bit kitabımız kondu matbaadan: “Laiklik Sorgulaması”. Laiklik, Kemalist devrimlerin anasıdır.
Bizim anamızı ağlatan aslında o zalim devrim adına uygulanan mezalimdir. Dua edelim ki bir karabasan gibi üstümüze çullanan bu kabus bitsin. O bitmeden nesillerimizin iman selametine ermesi çok zordur.
Bu sancıyı taşıyan herkese yeni çıkan bu kitabımızı tavsiye ederim. Bu ve benzeri eserleri okumalı ve okutmalıyız ki bu laikliğin İslam açısından ne menem bir zulüm, küfür ve şirk olduğu iyi anlaşılsın…