Ne Günlere Kaldık?!
Evet, bir önceki yazımızı Facrbook’a koyarken “en zorlandığım konular. Yazıp yazıp da yayınlamadıklarımın kırıntıları bunlar. Geride "yen içinde kırılan ne kollar" var” diye not düşmüştüm.
Bunun üzerine bir dostumuz da şu notu düşmüş: “Bizce doğru olanı yapıyorsunuz, zira; "hakkın hatırı alidir, hiçbir hatıra feda edilemez. Malesef, biz gibi avamlar, İslam şeriatına göre; neyin "gıybet", neyin "gıybet olmadığı" ayrımını yapamıyoruz. lütfederseniz, "gıybet" ile " emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker" ayrımını ortaya koyan, bir yazı yazmanızın çok isabetli olacağı kanaatindeyiz.”
Aslında sorun gıybet değil, Müslümanların eleştiriye tahammülsüzlüğüdür. Şahsi kusurları eleştirmeyi kast etmiyorum; zira o doğru değil, bu yüzden meselemiz de değil. Ama harici, yani başkalarıyla ilgili muamelelerde olsun, veya ilmî ve usule dair konularda olsun haklı uyarıyı hazmedemeyerek övüldüğünde çocuk gibi sevinme ve öveni sevme, ama harici konularda yanlışı, hatası, kusuru hatırlatıldığında yapana kin güderek düşman kesilme, asıl meselemizdir. Bu da dahilde birbirimizi yeme, enerjimizi birbirimizde bitirme gibi bir şeye müncer oluyorsa diye korkuyorum. Nerde o hatası söylendiğinde sevinen ve teşekkür eden hakiki zevat? Ama eleştiri olmadan da kemalat ortaya çıkmaz.
Öyleyse ne yapılacaktır?
Ya susulacak, ya da acılar ve eziyetler sabırla karşılanacak… Asr Süresi okunacak sürekli, anlayarak.
Yoksa küçük adamların büyük şerlerinden kurtuluş mümkün değildir. Şair boşa dememiş:
Âsûde olam dersen eğer gelme cihane
Meydana düşen kurtulamaz seng-i kazadan.
Mesela küçük adam bir sarık sarar, bir sakal bırakır, bir de cübbe giyer, olur “şeyh efendi hazretleri”. Şayet cesaret eder de sorarsan, “Bir şeyhten icazet aldığını” söyler. “Hani, bir görelim mi?” dersin, gösteremez. Sıkışırsa “rüyada aldım” der. Yok “Hızır cübbe giydirdi” der. Uzatır elini, zavallı cahil halk sıraya girer öpmek ve intisap edip ders almak için. Bilmez ki bu alim midir, irşada yetkili midir, yoksa hakiki şeyhlere, kamil mürşitlere gideceklerin yolunu kesen bir eşkıya mıdır, maalesef teslim olur ve belasını bulur.
Neden? Çünkü bu yol “iradesini mürşidine teslim etme” yoludur. Artık onun emrinden çıkmaz. Mürşit hakiki ise onu alır, şeriat ve tarikattan hakikate götürür. Değilse, şeytanın mezbelesinde debinip durma ihtimali de vardır.
Derken bunlar çoğalır, bir cemaat olurlar. İçin kan ağlasa da ne yapabilirsin?
İlk düşmanları kimdir bunların biliyor musunuz? Ne kafirlerdir, ne de fasıklar. İlk düşmanları kendi şeyhlerine “şeyh” demeyen Müslümanlardır. Hakiki şeyhler bile bu gibi sahtekarların şerrinden korktukları için seslerini çıkaramaz, kavgasız gürültüsüz vaziyeti idare ederler. Görünen bu!
Hak vermemek elde değil. Ne yapsınlar yani, işleri güçleri yok da elin delisiyle mi kavga edip uğraşsınlar? Bu her iyiliğe konarak onları kirleten asalak sinekler öteden beri vardır. Şair boşa uyarmamış:
Dervişlik olsaydı tâc ile hırka
Bizde alırdık otuza kırka.
Tasavvuf, anlamayan inkar etse de, ashabın yaşadığı manevi hayattır, haldir. Zühttür, takva ve istikamettir, mücahededir. Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkarıp, İslamiyet’e tam uymaktır, gönlünü yalnız Allahü teâlâya bağlamaktır, güzel huylarla süslenmektir. Sufîler başkalarının kusurlarına bakmaz. Hep kendi kusurlarını görür ve onlardan kurtulmaya çalışır. Kendini hiç kimseden üstün bilmez. Dost, düşman, herkesi güler yüz ve tatlı dil ile karşılar, ama hakkı söyler daima, nasihat eder. Dinlemeyen ile de münakaşa etmez. Herkesin özrünü kabul eder.
Dervişlik kılık kıyafet işi değildir. Dervişlik gönül işidir, kalb kırmamaktır. Allahü teâlânın rızasını amaçlamaktır. Gönlünü Allah sevgisiyle dolduran ve her türlü işini bu sevginin gereklerine uygun yapan, İslam büyüklerini seven, onların terbiyesini kabul edendir.
Dediklerimin ispatı çok kolaydır. Nasıl mı? Size komik bir şey söyleyeyim:
Allah korusun, fakir kendi halimi hiç beğenmesem bile şimdi elimi uzatsam “şeyh” diye öpmeye ve şeyhlere yapılan muameleyi bana da yapmaya hazır bir sürü insan vardır. Bu topraklar böyle bereketli topraklardır, ne ekersen bitiyor maşallah. Kimileri saf ve ciddi, kimileri de şakavari “uzat elini” diyorlar zaten.
Yapmıyorsam ahmaklığımdan mıdır? Hayır! İmansız gitme korkumdandır. Çünkü büyük veliler, “mürşid olmadığı halde öyle geçinenlerin, ölürken imansız gitme tehlikesinden bahsetmişlerdir. Emanete ihanet kolay değildir.
Her ne ise, umum Müslümanların bir hastalığıdır şimdi bu cemaat taassubu. Maalesef başkasında gördüğü bu hastalığı üstelik kimse kendi cemaati için kabul de etmez. Bu babda hiç eleştiri de kabul etmez, akıl almaz ve nasihat da dinlemez. Hadi birisinin abisini, hocasını, şeyhini haklı da olsan hele bir eleştir de gör, kim ne imiş? Orada ve anında bitersin.
Peki, ya gerçekten de gördün ise, o zaman ne yapacaksın?
Yukarıda bazı ehli hakkın kavga çıkarmama adına sustuğunu görmüştük. Bu zamanda bu da bir yoldur. Ama “emr-i bil maruf, nehyi anil münker nereye gitti?” dersen, bunun da cevabı vardır: “Bunu yapınca dinlenmeyeceksen veya daha büyük zararlara sebep olacaksan, terk edebilirsin.”
Evet, ya görmeyecek, rahat edeceksin. Ya da konuşacak, fakat dışlanacak, itilip kakılacaksın, elin serserileri ile uğraşıp duracaksın. Bir işe de yaramayacaksa değer mi kavgaya? Herhalde değmez diyeceğiz. Ancak şahıs bildirmeden, kişilik yapmadan doğruları söylemeye ve yazmaya devam da edeceğiz.
Vaziyet böyle dostlar, aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık. İşte yeni çeşit bir “ırkçılık ve asabiyet” sayılan bu taassupkar cemaatçilik kafasıyla biz İttihad-ı İslam’ı nasıl sağlayacağız?
Ey cemaatler! Emr-i maruf, nehy-i münker nereye gitti? Allah için nasihat nereye gitti? Sizin en küçük bir yanlışınızı söyleyene siz böyle saldırır ve dışlarsanız, zincirli kölelerinizle mesut ve bahtiyar yaşayabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Nedir bu samimiyetsizlik?
Ben seni öveyim, sen de beni öv, geçinip gidelim, öyle mi?
Peki, bu yaşadığımız hayata “İslam” diyemeyeceksek, onu kim getirecek?
İslam düşmanları mı?