Suriye ile son 10 yıl... Düşmanlıktan, dostluğa!
Tarih 16 Eylül 1998... Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Atilla Ateş’in, görevi devraldığı 1 Eylül 1998’den, sadece iki hafta sonra... Org. Ateş’in; 1 Eylül 1998’de fiilen devraldığı Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda ilk önemli çalışması Suriye konusunda oldu... Org. Ateş, Türkiye’nin Suriye’ye karşı uygulamaya karar verdiği yaptırımlar konusundaki kararlılığını iç ve dış kamuoyunun dikkatini çekecek bir yöntemle yansıtmaya karar verdi. Org. Ateş, yeni Kara Kuvvetleri Komutanı olarak ilk gezi ve teftişini “Suriye sınırındaki birlikler”e yapmıştı. Bu gezi sırasında da vatandaşlara basın mensuplarının izleyeceği şekilde bir konuşma yapmayı kararlaştırdı.
Bu kararını, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’na bildirdi ve onay istedi.
Org. Ateş, Org. Kıvrıkoğlu’nun onayını aldıktan sonra 2. Ordu Komutanı Org. Aytaç Yalman’la görüştü ve gezisi için hazırlık yapılmasını istedi. Org. Ateş, Suriye sınırına gidecek ve Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde vatandaşlara hitap edecekti. Org. Yalman ve dönemin Hatay Valisi Gökhan Aydıner gerekli hazırlıkları yaptılar.
Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Atilla Ateş, Suriye sınırında denetlemeler yaptıktan sonra 16 Eylül 1998 günü Reyhanlı’da, Abdullah öcalan’ın Suriye’den çıkışı ve yakalanışı sürecinin başlangıcı olarak kabul edilen, tarihi konuşmasını yaptı.
Org. Ateş, 16 Eylül 1998’de ziyaret ettiği Hatay Reyhanlı’daki Hudut Bölük Komutanlığı’nda Suriye’ye o tarihi sert uyarıyı yapmıştı...
Suriye’ye ateş püsküren Ateş, şunları söylemişti: “Suriye gibi komşular iyi niyetimizi yanlış tefsir ediyorlar. Apo denen eşkıyayı destekleyerek, Türkiye’yi terör belasına bulaştırdılar. Türkiye, iyi ilişkiler konusunda gerekli çabayı gösterdi. PKK destekçisi Suriye, sabrımızı taşırmaya başladı. Suriye iyi niyetimizi suiistimal ediyor ve PKK’yı topraklarında besliyor. Gerektiğinde bu halk sorumlulara dersini verecektir.”
SAVAŞIN EŞİĞİNDEN, DOSTLUĞA!
Malûm, bu konuşmanın ardından öcalan, Suriye topraklarından çıktı, ülke ülke dolaştıktan sonra Kenya’da “derdest” edilip, Türkiye’ye “paket teslim” yapıldı...
Ama, “asılmamak” şartıyla!..
Bu teslimat; DSP ve MHP’nin işine yaradı... Bu ikili, ANAP’ın da katılmasıyla “koalisyon” kurdular... Ki, Bülent Ecevit; daha sonraki yıllarda, “Apo’yu bize niye verdiler, hâlâ anlayabilmiş değilim” diyecektir!.. ölünceye kadar da, bunun sebebini anlayamayacaktır!..
Evet, Apo teslim edilmiş ancak “terör” durmamıştır... Hâlâ şehit vermeye devam ediyoruz...
Bu da; “askerî çözüm”ün tek başına yeterli olmadığının bir kanıtıdır...
Bu tarihî anekdotu şunun için aktardım: 16 Eylül 1998’den 4 Eylül 1998’e kadar, “tam 10 yıl” geçti...
10 yıl önce, asker tarafından “düşman” ilân edilen ve neredeyse “savaşın eşiği”ne geldiğimiz bir ülkeye, 10 yıl sonra “dost” olarak gidiyoruz...
Hayır, bu, “ilk ziyaret” değil!..
Bizim ilk ziyaretimiz ama Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 4. ziyareti!.. Hani, “komşu kapısı yapmak” deriz ya; Suriye, bugün gerçekten de “komşu” kapısı!..
“Düşman” değil, tam “dost” bir ülke...
TABUTU HACZEDİLEN PADİŞAH
Dün, “günübirlik ziyaret”in “siyasî” boyutlarını ve Tayyip Bey’in sorularımıza verdiği cevapları aktarmıştım... Bugün de, o ziyaretin “tarihî” ve “kültürel” boyutundan söz etmek istiyorum.
Türkiye, Fransa, Suriye ve Katar’ın katıldığı “İstikrar İçin Diyalog” sloganlı “Dörtlü Zirve”nin ardından kısa bir kaçamak yapıp, Şam’daki tarihî mekânları gezmek istedik...
İlk durağımız, “Türk Mezarlığı” olarak da bilinen “Osmanlı Mezarlığı” idi... Ne yazık ki; mezarlık “restore” edildiği için “ziyarete kapalı”ydı ve biz “Vahdettin Han’ın kabri”ni maalesef ziyaret edemedik ancak duvarların arkasından birer “Fatiha” gönderebildik...
Evet, hayâl kırıklığı yaşadık ama yine de sevindik... çünkü, TİKA ve Suriye Hükümeti işbirliği ile bu tarihî mekân “restore” ediliyordu.
Buna sevindik ama bu, “buruk bir sevinç”ti... çünkü, “İngiliz işgali”ne rağmen Mustafa Kemal’i Samsun’a gönderen ve böylece “İstiklâl Savaşı”nın ilk tohumlarını atan bir padişah olmasına rağmen; Türkiye’de, birilerinin ondan hâlâ “vatan haini” olarak bahsetmesi gerçekten üzücü... Ama ne yaparsınız ki; “okumakla cahil olanlar” için söylenecek bir söz yok!..
Biliyorsunuz; Sultan Vahdettin’in hem yurdu terkettiği, hem de “Osmanlı hazinesini yanında götürdüğü” gibi kuyruklu yalanlar savrulur.
Oysa, Sultan Vahdettin, “zengin” biri değil, tam aksine “tabutu haczedilen bir padişah”tır!..
Olay, özetle şöyle:
17 Kasım 1922 sabahı “Malatya” adındaki bir “İngiliz savaş gemisi”yle Türkiye’den ayrıldı. önce Malta’ya gitti, oradan Arabistan’a geçti, sonra İtalya’nın Akdeniz sahilindeki San Remo kasabasına yerleşti.
Sultan Vahdettin, San Remo’da 15 Mayıs 1926 gecesi geçirdiği bir kalp krizi sonucu vefat etti...
Mahallenin bakkalı Steiner ve kasabı Morini, alacaklarına karşılık “tabutuna haciz” koydurdular.
Son padişahın tabutu bir ay boyunca hacizli kaldı.
İtalyanlar; tabutun alınmasına, ancak padişahın küçük kızı Sabiha Sultan’ın küpelerini satıp bakkalın ve kasabın borçlarını ödemesinden sonra izin verdiler.
Vahdettin’in cenazesi bir gemiye konularak Suriye’ye yollandı ve dedelerinden Yavuz Sultan Selim’in Şam’da yaptırmış olduğu caminin bahçesine defnedildi.
Söyleyin Allah aşkına;
“Tabutuna haciz konulan” ve bu haciz, ancak küçük kızı Sabiha Sultan’ın küpelerini satıp, borçları ödemesiyle kaldırılan bir padişah, “yanında hazineyi götürmüş” olabilir mi?..
Mezarlığın çevresinde dolanırken, işte bunları düşündüm ve “ahmak cahiller” adına, bir kere daha özür diledim ruhundan!..
OSMANLI KOKAN HAMİDİYE PAZARI
Biraz ileride “Hamidiye Pazarı” vardı...
Bir-birbuçuk kilometre uzunluğundaki bu pazar, bizim “Kapalıçarşı”yı andırıyor...
Sultan 2. Abdülhamid tarafından yaptırılmış ve hâlâ onun adını taşıyor...
İtiraf etmek gerekir ki;
Suriye Hükümeti, bu çarşıyı “iyi muhafaza” etmiş.
çarşıyı gezerken, kendimizi “düşman”(!) veya “yabancı” bir ülkede değil, sanki Türkiye’nin herhangi bir vilayetindeymişiz gibi hissediyoruz...
Esnaf, “Türk” olduğumuzu öğrenince, ayrı bir ilgi gösteriyor... Yarı “Türkçe”, yarı “Arapça”, çok iyi anlaşıyoruz... Hele birisi, elindeki “kartpostal”ları gösterip, “Türk lirası, 5 lira” deyince hayret ediyorum...
Şu hâle bakın;
“Suriye’de Türk parası geçiyor!”
5 lira verip, kartpostalları alıyorum.
Ve şunu düşünüyorum;
10 yıl önce “düşman” gördüğümüz bir ülkede, bugün “dostça” karşılanıyoruz, elimizi-kolumuzu sallayarak dolaşıyoruz.
üstelik, “Türk parası” harcıyoruz!..
Bir defa daha anlıyorum ki;
“Düşmanlık”la bir yere varmak mümkün değil...
ülke yöneticileri “düşmanlık” üzerine politikalar geliştirse de, bu strateji “halk”lara tesir etmiyor!..
Hele de, “din birliği” varsa!..
KUDüS FATİHİ SELAHADDİN EYYUBİ
Hamidiye çarşısı’nı boydan boya gezip, Emeviye Camii’ne ulaşıyoruz... Ama, ondan da önce Selahaddin Eyyubî’nin mezarını ziyaret edip, ruhuna bir Fatiha gönderiyoruz.
Selahaddin Eyyubî, malûm...
Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin sultanı ve Eyyubi hanedanının ilk hükümdarı... Kudüs’ü Haçlılardan alarak (2 Ekim 1187) kentte 88 yıl süren Frank işgaline son vermiş, Hıristiyanların misilleme olarak düzenledikleri III. Haçlı Seferi’ni etkisiz hale getirmiştir.
1174’ten 1186’ya kadar; Suriye, Kuzey Mezopotamya, Filistin ve Mısır’daki tüm Müslüman topraklarını kendi bayrağı altında birleştirmeye girişti. Zamanla sahtekarlık, ahlaksızlık ve gaddarlıktan uzak, cömert, erdemli, ama kararlı bir hükümdar olarak ünlendi. O zamana kadar iç çekişmeler ve yoğun rekabet yüzünden Haçlılara direnmede güçlük çeken Müslümanların maddi ve manevi açıdan güçlenmelerini sağladı.
III. Haçlı Seferi uzun ve tüketici oldu. I. Richard (Aslan Yürekli) tartışmasız askeri dehasına rağmen hiçbir sonuca ulaşamadı. Haçlılar Doğu Akdeniz’de ancak güvensiz bir toprak parçasına tutunabildiler.
Kral Richard, Ekim 1192’de dönüş için yelken açtığında savaş sona ermişti. Selahaddin başkent Şam’a çekildi. Uzun seferler ve at üstünde geçen günlerden sonra çok yaşamadı.
Akrabaları imparatorluğu paylaşırken, arkadaşları Müslüman dünyasının en güçlü ve en eli açık hükümdarının, mezarını yaptırmaya bile yetecek para bırakmadığını gördüler.
Kısacası; Selahaddin Eyyubi, bir “cihad eri” gibi yaşamış ve son nefesini bir “Müslüman’a yaraşır” şekilde vermiş...
Ruhu şadolsun...
1300 YILLIK BİR CAMİ: EMEVîYE
Bu ziyaretimizi de tamamlayıp, kabrin yanındaki Emevîye Camii’ne geçtik ve bazı arkadaşlarla birlikte “öğle namazı”mızı, bu tarihî camide kıldık...
Emevîye Camii, “tarihin en eski yapılarından” biri... İlk yapıldığında, uzun yıllar “kilise” olarak kullanılmış... Ancak, 717 yılında restore ettirilip, genişletilerek “cami”ye çevrilmiş...
Sizin anlayacağınız; yaklaşık 1300 yıldır “cami” olarak kullanılıyor... Caminin içinde dolaşırken, her nereden geldiyse, aklıma “kilise”den “cami”ye çevrilen, sonra da “müze” haline getirilen “Ayasofya” geliverdi!.. Suriye, bu konuda, galiba bizden daha duyarlı...
Camide, Yahya ve Zekeriya peygamberlerin türbeleri ile Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in torunu “Hz. Hüseyin’in başı” bulunuyor...
ESKİ DOST, DüŞMAN OLMAZ
Bu kısacık gezinin “tarihî arka plânı” hakkında yazılacak çok şey var... Ama, özetle ifade etmek gerekirse, “eski dost, düşman olmaz” sözünün, hele de “halk”lar nezdinde ne kadar doğru olduğunu bir defa daha gördük...
Bu dostluğun pekişmesinde; şüphesiz ki Tayyip Erdoğan ve kurmayları ile Beşşar Esad yönetiminin büyük rolü var...
10 yıl önce “savaş ilânının eşiğinden dönülen” bir ülkenin, evet Suriye’nin Devlet Başkanı Beşşar Esad, 10 yıl sonra bugün, Türkiye’nin “Suriye ile İsrail arasında dolaylı görüşme başlatabilme inisiyatifini alan tek ülke olduğunu vurguluyor ve “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın güvenilirliği ve Türkiye’nin arabuluculuğu olmasaydı bu süreç zor başlayacaktı” diyorsa, Erdoğan’ın attığı adımların ne kadar önemli olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.
Bana kalırsa; gerek Ortadoğu’nun, gerek Körfez’in ve gerekse Kafkaslar ile Avrasya’nın insanları; “Türkiye’nin girişimleri” ve Türkiye’nin verdiği “heyecan” ile, “kendi ayaklarının üzerinde durmasını” öğrendi...
öyle umuyorum ki;
Bu “birlik ve beraberlik”, bu coğrafyadaki ülkelerin “güç”lerini ve dolayısıyla da “pazarlık payı”nı artıracaktır!..
Tek korkum, “ulusalcı” söylemlerle, bu sürece “balta” vurulması, ilişkilere “kurşun” sıkılması!..
Bu olmazsa, Türkiye çok şey başaracak...
çünkü, bütün “dost”lar, Türkiye’ye güveniyor...
Bu geziden çıkardığım sonuç bu!..
Akrepten dost olmaz!
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'nin; "dostlarını düşman görüp, düşmanlarını dost edinenler" ile ilgili sözünü bilirsiniz... Dostlar "düşman safı"na itilince, "düşman"lar da "düşmanlık"larını sürdürünce, "yıkılışın mukadder olduğunu" söyler hazret...
Bugünlerde, bu sözün ne kadar "doğru" olduğunu bir kere daha görüyoruz... "Dost"lar belki henüz "düşman" olmadı ama, "kırgınlık, üzüntü ve itilmişlik"ten dolayı, "eski dostlar"ına sahip çıkamıyor!..
Tabiî, bu arada "düşman"lar, "en alçakça iftira"larla saldırıyorlar... çünkü, "çıkar"ları bunu gerektiriyor... Onlar, "çıkarları" sözkonusu olduğunda ne dost tanırlar, ne de düşman!..
Doğrusu, "dost kuruluşlar"ın içine düştüğü yalnızlık, acizlik ve perişanlığa bakıp, üzülüyoruz... Ama onlar, hâlâ "dostlarından uzak duruyor"lar ve hâlâ "düşmandan insaf" bekliyorlar!..
Bu gidişle, "yıkılmaları mukadder" gibi görünüyor... Gelişmeleri ibretle seyrediyoruz... Ta ki; "yanlış stratejiden ders çıkardıklarını" görünceye kadar!..
Umarız, "akrepten dost olmayacağını" öğrenirler!..