Cihadî hareketler ve islam medeniyetinin kadim ışığı
İslam Dünyası‘nda Batılılar tarafından gerçekleştirilen sömürü ve işgal politikaları/uygulamaları, Müslümanların sadece topraklarını ve yeraltı-yerüstü zenginliklerini değil, aynı zamanda hafızalarını ve reflekslerini de tahrip etti. Birkaç asırdır eşyaya ve olaylara Müslümanca nazar edemiyor; özellikle “modern” patenti taşıyan sistem, fikir, gelişme ve durumlara karşı nasıl tavır alacağımızı bir türlü kestiremiyoruz.
Hem “hafızası“ hem de “refleksleri” tahrip edilmiş olan bir ümmetin, Batı‘nın sömürü ve işgal politikalarına/uygulamalarına bilinçli ve sonuç getirici tepkiler göstermesini beklemek elbette fazlasıyla iyimserlik olurdu. İslam coğrafyasının bilhassa fiilî/kalıcı işgallere maruz kalan kesimlerinde ortaya çıkan “direniş“ hareketlerinin - birkaç istisna dışında - tamamının ortak vasfı, ümmetin o muazzam tecrübesinden kopmuş bir zihin ve ruh halinin spontan dışa vurumları olarak ortaya çıkmış olmalarıdır. Gelenekleri yok, tarihî müktesebatı sağlıklı biçimde okuyacak mekanizmaları yok, sağlıklı ve dingin bir zihin yapısının üretimlerinden mahrumlar; acûl, tepkisel ve “kaba”lar…
Şu bir gerçek ki, Müslümanları insanlığın hafızasına “boğaz kesen, adam yakan hasta ruhlu adamlar” olarak kazıyan insanların İslam algısının, ümmetin Orta Asya’dan Hindistan’a, Uzak Asya’dan Endülüs’e uzanan geniş bir coğrafyaya yüzyıllar boyunca yaydığı yüz akı medeniyetin ışığından beslendiğini söylemek mümkün değildir. Müslümanların uzun tarihinde onların ayaklarını bastığı nokta, “medeniyet”i değil “bedeviyet”i tercih etmiş olan zihin atalarının durduğu noktadır. Asleyn’in ve Tasavvuf’un potasında Medine’den Medeniyet üretmesini bilmiş “arif” ve “zarif” insanın onların dünyasında yeri yoktur.
Bu arızalı yapı sadece dışarıya Müslümanları “barbarlığın dilinden başkasını bilmeyen” bedeviler olarak göstermekle kalmıyor, aynı zamanda içeride de tam anlamıyla “züccaciye dükkânına girmiş fil” gibi hareket ediyor. Müslümanların tarihî tecrübe adına, ilim ve medeniyet adına, bedii zevk ve estetik adına bugüne kırık-dökük aktarabildiği ne varsa tamamını -hem zihinlerde hem de dış dünyada- büyü bir aymazlıkla tahrip ediyor.
Bu arızanın tarihî kökeni, akidenin tahkimi anlamında Usulüddîn; kalbî ve ruhî hayatın imarı anlamında Tasavvuf ve hayatın inşası anlamında Fıkıh formasyonlarından gereği gibi nasiplenememiş, fırsatını bulduğunda Ümmet’in ilim ve medeniyet kazanımlarını tahrip etmeyi “dinî bir vazife” bilen kaba zahirci bedevîlere dayanır. Tıpkı Şia gibi onlar da Ümmet’in zayıf anlarında ortaya çıkar ve kendilerine alan açmak için her türlü vahşeti sergilerler. Muhammed b. Abdilvehhâb hareketi, IŞİD/Boko Haram tecrübesinden önceki son örnekti. Oysa daha önceki yüzyıllarda Abbasî-Selçuklu-Osmanlı tecrübelerinde ve Endülüs örnekliğinde dünyanın tanıdığı Müslümanlık bu değildi. Anadolu’da, Orta Asya’da, Balkanlar’da, Kuzey Afrika’da Endülüs’te insanlığın önüne koyduğumuz pratik bu değildi.
Oradan buraya nasıl savrulduk?
Usulüddîn, bizim ontolojimizi, Usul-i Fıkıh da epistemolojimizi ortaya koymuştu. Bunlar bizim hem “inşa edici”, hem de “muhafaza ve müdafaa edici” sistemlerimizdi. İbn Hacer el-Heytem’nin eserine adını veren ve sacayaklarının üçüncüsünü oluşturan sistem Tasavvuf’tur. Bu ümmet tarih içinde ortaya koyduğu bütün üretimleri bu üçlü sacayağı üzerine bina etmiştir.
Bugün bu üçlü sacayağı dünyamızdan neredeyse tamamen çekilmiş, kendi gitmiş, adı kalmıştır. Var olanlar da “üreten sistem” olarak değil, mevcudu tüketen yapılar olarak varlığını sürdürüyor. Yaşadığımız savrulmalara ilişkin kayda değer herhangi bir çözüm/mukabele üretemiyor durumda olmaları, bu sistemlerin Ümmet’in hayatında belirleyici olmaktan çoktan çıkmış olduğu gerçeğinin ifadesinden başka bir şey değildir.
Basitleştirerek söylersek, bir yerde Mezhep (hem itikadî, hem de fıkhî anlamda) ve Tasavvuf canlı sistemler olarak varsa, orada İslam adına üretim var demektir. Orada Ümmet’in iradesi devrede demektir. Bunların olmadığı yerde Ümmet’in kaderini arızalı yapıların teslim alması kaçınılmazdır. Bakın o yapılara, mezhep ve tasavvuf karşıtlığı hepsinin ortak özelliğidir. Bu elbette tesadüf değil.
Yazık ki bugün “mezhep” ve “tasavvuf” denildiğinde genç kuşakların aklına genellikle sadece çürüme ve yozlaşma geliyor. Bu haliyle bu iki kurum, Ümmet’in küresel problemlerine çözüm üretmek şöyle dursun, problem üreten ve tasfiye edilmesi gereken mekanizmalar olarak genç nesillerin hafızasında yer etmeye başlamış durumda.
Zor olanı tercihten başka şansımız yok. Bunu ne kadar erken anlarsak, çözüme o kadar erken ulaşacağız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.