Mezhebi Dinleştirmek, Dini Mezhepleştirmek
Sayın Cumhurbaşkanı‘nın İran dönüşü Kutlu Doğum Haftası açılış programındaki konuşmasında kullandığı bir kısım ifadeler İslamî hassasiyet sahibi kamuoyunda farklı değerlendirmelere yol açtı. İlmî sorumluluk gereği bu mesele hakkında doğru bildiğimi söylemek durumundayım. Önce kısaca ne dediğine bakalım, ardından düşüncelerimi paylaşayım:
“Allah’ın salat ve selamı, efendimiz, rehberimiz, canlar canı Muhammed Mustafa’-nın ve Ehl-i Beytinin üzerine olsun. Allah’ın selamı Ashab-ı Kiram’ın ve 14 asırdır tüm insanlığı aydınlatan tüm alimlerin, evliyaların, gönül insanlarının üzerine olsun. (…) Bizim Sünnîlik diye bir dinimiz yoktur. Bizim Şia diye bir dinimiz yoktur. Bizim tek dinimiz İslam’dır. Mezhebini din edinmiş olanlarla başımız dertte. (…) DEAŞ gibi terör örgütlerinin yol açtığı tahribat İslam düşmanlarının çabalarını dahi geride bırakacak düzeye ulaşmış durumda…”
Sayın Cumhurbaşkanı‘nın kastı belli ki, Müslümanların yekvücut olması gerektiğini vurgulamak, dünyada İslam’ın yanlış/kötü algılanmasına yol açacak oluşumlara dikkat çekmek, mezhebî aidiyetleri dinî aidiyetlerin önüne geçirmenin yanlışlığını dile getirmek, özellikle bugünün dünyasında birbirine düşman gruplara bölünüp birbiriyle mücadele etmenin Müslümanlara zarardan başka bir şey getirmeyeceği gerçeğinin altını çizmek.
Ümmet arasında itikadî fırkalaşma olgusunun tarihi ilk asırlara kadar gider ve her fırkanın elinde, kendi kabullerini mutlaklaştırırken dayandığı deliller vardır. Din’in, bu durumun oluşturduğu göreceliliğe/izafiliğe kurban edilmesinin önüne geçmek için bir sınır belirlemek gerekir. Bu sınırı “zarûrât-ı dîniyye” oluşturur; “Din’den olduğu zaruretle sabit olan hususlar” yani. Din içi itikadî ayrışmaların tolere edilebileceği alan, bu sınırın içinde bulunan alandır. Bu sınırın dışına taşıldığı zaman Din’in temel sabiteleri ihlal edilmiş olur ki, hiçbir din böyle bir şeyi onaylamaz. Onaylarsa, sabitelerini/hakiyyetini tartışmaya bizzat kendi eliyle açmış olur.
Esasen “fırkalaşma” vakıasında gördüğümüz odur ki, Ümmet, hepsi de tartışmalı/izafî bir kısım gerekçelere dayanarak kendi arasında bölünüp, “meşruiyet” noktasında birbirinden farklı olmayan iddialarla gruplara ayrılmış değildir. Vakıa şudur: Ümmet’in ana gövdesi Sahabe döneminden beri varlığını hep korumuş, sürdürmüştür. “Fırkalaşma”, bu ana gövdeden zaman içinde şu veya bu gerekçeyle ayrılanların oluşturduğu bir vakıadır. Dolayısıyla “ana gövde” ile “ayrılanlar”ı aynı kefeye koyup aynı hitaba muhatap etmek doğru olmaz.
Hz. Ali (r.a)’ın ordusundayken “Hakem olayı“na itirazla kendisi dışındaki bütün tarafları tekfir ederek hepsinden ayrılan Haricîler ilk itikadî ayrışmanın altına imza atan kesim oldu. (Bir süre sonra da kendi aralarında bölünüp birbirlerini tekfir ettiler.)
Bu ayrışmada Haricîler mi, yoksa Ümmet’in geri kalan kesimi mi haklıydı? Bugün artık “Haricîlik” diye aktüel bir problem mevcut olmadığı için o yaşananlara “Haricîler haksızdı“ teşhisi koymakta tereddüt etmiyoruz belki, ama bu hadiseyi tahlil ederken Ümmet’in geri kalan kesimini Haricîlerle aynı kefeye koyup “mezhebi dinin önüne geçirmek”le itham etmek ne kadar gerçekçi ve hakkaniyetli olur?
Yahut Cebriye’nin, kulun günahını Allah’a yükleyen-bir kısım Emevî idarecileri tarafından hararetle desteklenmiş - görüşleri konusunda bugün rahatlıkla benimsediğimiz mahkûm edici tavır ile Cumhur-u Ümmet’in müstakim tutumunu aynı cümle içine yerleştirip etiketlemek ne kadar adil olur?.
Sayın Cumhurbaşkanı‘nın ifadelerini, konjonktürel gelişmeler özelinde “siyaseten” söylenmiş sözler olarak anlamak belki mümkündür. Ancak bu söylemin - vakıayı yansıtmaması bir yana- pratikta IŞİD/DEAŞ ya da Şia’nın tutumunu değil, Ehl-i Sünnet’in aidiyet bilincini zayıflatmaktan başka bir işlevi olmayacağı açıktır. Bu ifadelerin, milleti tarihsel kökleriyle, “medeniyet” ufuk ve vizyonuyla yeniden buluşturma yolunda büyük mesafeler kat etmiş bir hareketin liderinden sudurunun ancak böyle bir etkisi olacaktır.
O metni Sayın Cumhurbaşkanının önüne koyanlardan, böylesi hassas bir meselede daha iyi düşünülmüş bir metin, daha bir özenle seçilmiş kelime ve ifadeler beklemek hakkımızdır diye düşünüyorum. O konuşmayı hazırlayanlar o sözlerin başıyla sonu arasında çelişkiyi de mi fark edememiştir? “Allah’ın selamı Ashab-ı Kiram’ın… üzerine olsun” cümlesi bir kesim bakımından “mezhepçilik” yaftasını hak etmek için fazlasıyla yeterliyken, eminim ki Sahabe, Sayın Cumhurbaşkanı için “kırmızı çizgi”dir!
Ne yapacağız şimdi?
NOT: Bir önceki yazımda Kemal Ergün ismi sehven Kemal Öztürk olarak geçmiştir. Düzeltir özür dilerim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.