Padişahlar teravih namazı kılar mıydı?
Ramazandayız ya, Ramazan ve tarih çerçeveli sualler geliyor. Bazılarını bugün cevaplandırmaya çalışayım…
Sadık Ayrancı/Muş;
“Osmanlı padişahları, teravih namazı için camiye giderler miydi? Giderlerdi ise, en çok hangi camileri tercih ederlerdi?”
Osmanlı padişahları, güvenlik nedeniyle teravih namazlarını arada bir camide kılar, varsa kendi camilerini, yoksa, hem saraya yakınlığı, hem de fethin sembolü olması sebebiyle Ayasofya Camii’ni tercih ederlerdi.
Normalde saray ve paşa konakları Ramazanda camileşirdi!
Ramazanlarda başta saray olmak üzere paşa konakları zaten camiye dönüşürdü. Büyük konak ve sarayların hemen hemen hepsinde, güzel sesli, mûsîki bilen imam ve müezzinler eşliğinde teravih namazı kılınırdı.
Teravih namazı için her akşam konakların geniş divanhânelerine halılar, seccâdeler serilir, etraf beş kollu şamdanlarla ışıl ışıl aydınlatılırdı.
Kadınların da imama uyabilmesi için haremle selamlık arası ahşap kafeslerle ayrılırdı.
Yatsı vakti gelince, müezzinler çifte ezan okurlardı. Sonra cemaatle namaz kılınır, zikredilirdi. Bazı müezzinler gece yatıya kalırdı. Ev sahipleri teravihten sonra bunlara güzel fasıllar okutturur, sahurdan sonra da mukabeleye oturulurdu.
Ruşen Mert/ Isparta;
“Eskiden diş kirası varmış. Mahiyetini anlatır mısınız?”
Dilim döndüğü kadar anlatmaya çalışayım…
Eskiden paşa konaklarının ve zengin evlerin kapıları sabaha kadar açık tutulur, gayri Müslimlere bile yemek verilirdi.
Tanınsın tanınmasın, kapıyı çalan herkes içeri buyur edilir, sofraya oturtulurdu. Bir bakıma zengin evleri bugünkü iftar çadırlarının yaptığını yapar, muhtaçlara ulaşırdı.
Konaklarda konuklara sadece yiyecek içecek verilmez, ayrıca adına “diş kirası” denen bir miktar para yahut hediye de verilirdi.
Bu gelenek, “İyi ki evime geldin, bana sevap kazandırdın” demenin kibarca ifadesiydi…
Ayrıca incitmeden insana yardım anlayışının da hayata yansımasıydı.
Böylece, sosyal konumu ne olursa olsun, insan olma hasebiyle çok değerli olduğu misafire hissettirilir, “kardeşlik” bilinci ile “infak=yardımlaşma” ahlâki vurgulanırdı.
Ramazan ayında devletin vezir ve yüksek memurlarının konaklarında her akşam iftâr yapılması âdet hâline gelmişti. Bu âdet İkinci Meşrûtiyet’in îlânına kadar sürdü. İkinci Meşrutiyet’in ilânıyla Batılılaşan aydın oruçla birlikte bunu da rafa kaldırdı.
Bir de bebeğin ilk dişini görenin çocuğa aldığı hediyeye “diş kirası” denilmektedir. Bazı yerlerde çocuğun dişi çıkınca, bulgur kaynatılır, içine çeşitli renklerde şekerler konarak dâvet edilen misâfirlere diğer çerezlerle birlikte ikrâm edilir.
Şefika Durdu;
“Radyodaki tarih programınızda huzur derslerinden bahsetmiştiniz, biraz detaylandırır mısınız?”
Kuruluş yıllarından beri ilim Osmanlı Devleti’ni yönetenlerin baş tacı olmuştur. O kadar ki dönemin en yetenekli âlimlerini Osmanlı başkentinde toplamak ve gerektiğinde onlarla ilmi meseleler konuşmak usulden olmuştur.
Fatih Sultan Mehmed bunu da yeterli bulmamış olacak ki, “huzur dersleri”ni başlatmış ve mutat hale gelmesini istemiştir. Buna rağmen ilk sistemli uygulamayı Sultan III. Ahmed’in meşhur sadrazamı Nevşehirli Damad İbrahim Paşa gerçekleştirmiştir.
İbrahim Paşa, devrinin tanınmış âlimlerini Hicri 1140 Ramazanda (Nisan 1728) kendi sarayında toplayarak Kur'ân'dan bazı âyetlerin tartışmalı tefsirini yaptırmış, oturumların birine de Padişah’ı dâvet etmiştir. Oturumu baştan sona takip eden Sultan III. Ahmed durumdan o kadar memnun kalmış ki, ikinci gelişinde oğlu Şehzade Mustafa’yı da getirmiştir.
Şehzade Mustafa, Osmanlı tahtına geçip Sultan III. Mustafa olur olmaz, babasıyla birlikte katılıp etkilendiği huzur derslerini sisteme kavuşturmuştur. Daha sonraki padişahlar da bu geleneği sürdürmüşlerdir.
Huzur derslerinde dersi takrir eden âlime "mukarrir", müzakereci durumunda olan âlimlere önceleri "talip", daha sonra "muhatap" denmiştir. Bir mukarrir ve beş muhatapla başlayan derslerde muhatapların sayısı zaman içinde artmış, eksilmiş, ders adediyle günleri, saatleri ve dersin süresi değişikliğe uğramıştır.
Padişahın huzurunda ilmi meseleleri kıyasıya tartışacak olan hocalar bizzat şeyhülislâm tarafından seçilip saraya önerilir, sarayın tasdiki alındıktan sonra muhataplara çağrı gönderilirdi.
Düşünün: Ülkenin dört tarafından ilim adamları akın akın İstanbul’a geliyor ve Ramazanın ilk günü padişahın huzurunda önemli bir meseleyi dolu dolu tartışıyorlar. Padişah da tartışmalara katılıyor. Böylece hem belli etmeden padişahı eğitiyorlar, hem de yeni fikirler üretiyorlar.
Müslüman sürekli kendini yeniliyor. Üstün düşünce ürünleriyle donanıyor. Üstelik tartışmalar tam bir ilmî özgürlük içinde cereyan ediyor. Herkes özgürce fikrini söylüyor.
İnsanın, “darısı başımıza” diyesi geliyor!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.