Tabağımızdaki Ve Bardağımızdaki Zehirler
Adanada, geçen sene, kundaktaki birkaç aylık çocuğa biberonla (ismini ve markasını yazmayacağım) bir meşrubatı içirdiler ve zavallı mâsum çocuk öldü.
Bu meşrubat ülkemizde bol miktarda satılıyor ve her yerde bulunuyor. Lokantalara gittiğinizde su mu verelim, ayran mı, Zıkkım mı diye soruyorlar.
Çocuğu öldüren bu zıkkım büyükleri öldürmüyor mu? Öldürüyor da hemen değil, uzun vâdeli öldürüyor.
Birkaç sene önce okumuştum. Kadının biri günde on şişe bu zıkkımdan içmiş, o da ölmüştü.
Maalesef bugün piyasada satılan nice gıda maddesinin, meşrubatın, şekerlemenin ve diğer yiyeceklerin içinde acayip kimyalar, aromalar, sun’î renkler, koruyucular yer almaktadır. Bir ara ekmek unlarına ve hamurlarına tam on iki çeşit kimyevî madde karıştırılıyordu.
Marketlerden satın aldığınız bazı yoğurtlara dikkat ediniz. Tadları tabiî yoğurda benzemiyor. Normal doğal yoğurt bir haftada ekşir, market yoğurtları aylarca ekşimiyor.
Halkımız, gıda maddelerindeki, meşrubattaki, şekerlemelerdeki kimyevî maddelerle sinsi bir soykırıma tâbi tutulmaktadır.
Senelerden beri şöyle haberler okurum: Rusyaya ihraç edilen şu kadar ton portakal, domates veya mandalina gümrüklerden geri çevrildi ve Türkiyeye iade edildi… Peki bunlar bize tekrar gelince, imha mı ediliyor, piyasaya mı sürülüyor?
Meyve ve sebzeler kimyevî gübre ile yetiştiriliyor, hormonla büyütülüyor.
Normal şekerin yerine mısır şurubu kullanılıyor.
Paket halinde sahlep alıyorsunuz. Sütle pişir hemen iç… Öyle de ambalajında, içinde gerçek sahlep değil, sahlep aroması bulunduğu yazılı. Ne anladım ben böyle sahlepten.
Kanser vak’aları hızla artıyor. Bu gidişle yakında halkın yarısı onulmaz hastalıklara yakalanacakmış.
Bu kadar boya, aroma, koruyucu, kimyevî madde, hormon tüketen bir halkın geleceği elbette parlak olmaz.
Eskiden İstanbul dondurması yapılırdı. Sütlüsü, vişnelisi olurdu. Arpacılar Camii aralığında yaz aylarında doddurma, kış mevsiminde halis sütlü sahlep satan bir Arnavut vardı. Bahçekapıda Hacı Bekirin dükkanında yaz aylarında on çeşit halis meşrubat bulunurdu: Limonata, portakal, ayran, elma, şeftali, turunç, demirhindi, üzüm şırası, kızılcık, ahududu… Hepsi tarihe karıştı.
Karagümrükteki Cerrahî tekkesinde merhum şeyh Muzaffer efendi, nâneli saray limonatası yaptırırdı. Bul da iç.
Yiyecek ve içecek maddelerine üç yüz çeşit kimyevî madde karıştırılıyormuş. Kimyasız bir şey bulmak hayal oldu.
Tabağımızdaki, bardağımızdaki zehirler.
Bir ara sahte bal tacirleri türemiş, şekerli şerbetin içine bal boyası ve bal aroması koyup, halis şifalı bal diye reklam edip piyasaya sürmüşlerdi. Firmaları kapatılınca, yeni firmalar kurup işlerine devam etmişlerdi. Devlet ve belediyeler bunların bazısını zaman zaman yakalıyor, ballar tahlil ediliyor, hakikî bal olmadıkları raporlar tesbit ediliyor. Sonra ne oluyor? Caydırıcı olmayan minik bir ceza… Adamlar marka değiştirip sahte bal üretimine ve satışına devam ediyor. Halkımız da maşaallah pek akıllı. Bir ara akıl almaz ucuz fiyatlara bal satılıyordu. Bu kadar ucuza bal olur mu demediler, kapış kapış aldılardı.
Halka dana eti diye evcil domuz, yaban domuzu, eşek eti yedirenlere ve yedirtenlere ne demeli…
Ağır konuşacağım: Bugünkü yapay, hormonlu, kimyalı, aromalı, genetiği değiştirilmiş, korumalı, zararlı gıda maddeleri, içecekler, yaş meyve ve sebzelerle Türkiye ayakta duramaz.
Devlet ve belediyeler halkı korumak için bu konuda seferberlik ilan etmelidir.
Halk sağlıklı şekilde beslenebilse, hastaların sayısı yarıya iner.