Mazlum ve Mahzunlar Diyarı
Dostlar Divanı ile birlikte yolumuz şairler diyarı olan Erzincan’a düştü. ‘Dünya kafesinde ve kefesinde bir yanda Erzincan diğer yanda ise diğer canlar’ deniliyor. Zaman zaman Dostlar Divanı İstanbul’u aşarak geniş sulara yelken ve kulaç açıyor. Bunlardan birisinde de7 Mart (2015) tarihinde bahara Erzincan’dan selam verdik. Senenin iki miladı var. Bunlardan birisi mart diğeri ise eylül olmalı. Persler seneyi ikiye bölmüşler. Baharın müjdecisi nevruz ve sonbaharın habercisi mihrican. Birisi 21 Martta diğeri de 21 Eylülde kutlanır. Nevruzun mukaddimesini bir biçimde Erzincan’da yaşadık ve idrak ettik. Medeniyet şairimiz Yahya Kemal Beyatlı ‘sana dün bir tepeden baktım azîz İstanbul!’ derken İstanbul ile ilişkisini tasvir ediyor. İstanbul tepelerle çevrilmiş bir yarımaya benziyorsa Erzincan ise etrafı dağlarla örülü tam bir adayı andırıyor. Denizlerin değil dağların adası. Şehirden muhteşem Munzur Dağlarını çıplak gözle bakıyorsunuz. Kendinizi ihtişam içinde ve arasında hissediyorsunuz. Munzur Dağları insana masal dağlarını hatırlatıyor. Karlı tepeleri Tahran’ın kuzeyini çevreleyen Elbruz Dağlarını andırıyor. Yine de Erzincan sadece kendisine benziyor. İnsanın eşi ve eşleri olsa da tektir.
Erzincan Valisi Süleyman Kahraman ve Belediye Başkanı Cemaleddin Başsoy hem bize refakat ettiler hem mihmandarlık yaptılar. İyi bir ev sahipliği örnekliği sergilediler. Tabir caizse İstanbul’dan sabahın köründe yola çıktık. Erken vakitlerde Erzincan’a vasıl olduk ve derhal otellere yerleştik. Ardından soluk almadan otobüslere veya yer düldülüne atlayarak Kemah’a doğru revan olduk. Benim için bu yolculuk iyi bir ayrıntı olacaktı. Zira daha önce Erzincan’a bir iki defa vasıl olmuştuk. Binaenaleyh şehir yabancımız sayılmaz. Bununla birlikte Kemah’a ilk defa gidecektik. Otobüslerle Munzur Dağları eteklerinde ve boylu boyunca seyahat ediyorduk. Bahara henüz merhaba demekle birlikte hava oldukça ılımandı. Hatta yer yer sıcak olduğunu söylemek bile mümkün. Mazlum ve mahzunlar diyarı bize gülümsüyordu. Zira hem vali hem de belediye başkanı ve sair şahsiyetlerden şehrin tarih boyunca mazlumiyet ve mahzuniyet yüklü olduğunu öğrenecektik. Şehir birkaç defa yıkılmış ve yeniden kurulmuştu. 1916 yılında Ermeni mezaliminden geçmiş ve Rus işgalinden kurtulmuştu. 1915 yılının yıldönümünde Erzincanlılar şunu söylüyorlar :” Ermenileri ve mezalimlerini bize sorsunlar!” Ermeniler şimdi de mezalimi bir biçimde Yahudiler gibi kara propaganda ve pişkinlikle idame ettiriyorlar. Sektör haline getirdiler. Arkalarına da Yahudiler gibi kahpe dünyayı almışlar Suriye gibi ülkelerde çoğunluk katledilirken onlar tarihte kalan meselelerin hesabını soruyorlar. Büyük devletler de insaniyet namına değil de siyaset ve siyasi çıkarlar namına Ermenilere çanak tutuyorlar. İnsaniyet namına olsa tarihte kalan değil el'an devam eden Suriye’deki Nuseyri-Şii katliamlarını durdururlar. Aslında Suriye’deki Sünni katliamla alakalı olarak Şam-Tahran ekseniyle birlikte duyarsız ve muvazaacı uluslar arası camiayı Rusya ve ABD eksenini katliam ortaklığıyla suçlamak gerekiyor. Ermenilerin yandaşı çok ama 1982 ve 2011 sonrası nice Hamalar yerle bir olduğu halde insanlığın kara vicdanı taş bağlamış durumda. Ermeniler 100 yıl sonra Suriye’de Sünni soykırım karşısında acaba kimin tarafında bulunuyorlar? Ermeni soykırımı gerçekten değil, algı ve yorumdan ibaret! Erzincan’da ikinci yıkım da İnönü döneminde 1939 yılında deprem olmuş. Bir deprem bir de ihmalle İnönü vurmuş!
Kemah’a giderken yol boyunca Prof. Dr. Ramazan Ayvalı sohbet etti ve bize Kemah ve Erzincan evliyalarını anlattı. Kemah’ın alim ve ariflerinden birisi Kemahlı Feyzullah efendidir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin “kuddise sirrûh” (İ’tikâdnâme) kitâbı Kemâhlı merhûm hâcı Feyzullah efendi tarafından türkçeye tercüme edilerek (Ferâid-ül-fevâid) ismi verilmiş ve hicrî 1312 senesinde Mısır’da basılmıştır.
Karlı dağları seyrederek Kemah’a vasıl olduğumuzda öğle ezanı okunuyordu biz de derhal abdestleri tazeleyerek 1454 tarihinde yapılan Emir Gülabi Bey Camiinde cemaate katıldık. Çok feyizli bir cami. İçeri girer girmez tarz olarak bana ilçemiz Mudurnu’daki Yıldırım Beyazıt Camii’ni hatırlattı. Ardından kahvaltı adı altında bizi şehrin eski hamamında ziyafete davet ettiler. Bu ziyafeti ilçenin kaymakamı ve değer mülki zevat tertip etmiş. Burada Evliya Çelebi gibi mübalağanın tam sırası. Aslında ne anlatsanız mübalağa gibi gelir. Bal yağ deryasına gark olduk. Balı, kaymağı ve tulumu ile birlikte küçük bir cennet numunesi tattık. Yerel yetkililer etrafımızda pervane kesildiler. Sağ olsun Diyanet camiası da fevkalade ilgilendi. Bu vesile ile semtimiz ve ilçemiz Bahçelievler Müftüsü Ömer Faruk BİLGİLİ ile tanışma imkanımız oldu. Ben Kemah’ı doğduğumuz ilçe olan Mudurnu’ya ve Emir Gülabi Bey Camiini de Yıldırım Beyazıt Camiine benzettim. Her ikisinde de doyumsuz bir fuyuzat ve maneviyat kaynıyor. Camiler, Kur’an ve ezan Müslümanların feyizlerini artırdığı gibi gayri Müslimleri de iman haziresine çekmektedir. Hindistan asıllı Şaygandra Sing, Mealezya’da üniversite eğitimi görür ve ardından Türkiye’ye gelir. Camilerden ve manevi havasını teneffüs etmekten dolayı etkilenir. Doktora çalışması için geldiği Türkiye’de camilere cezbolur, vurulur. Kocatepe’deki Ahmet Hamdi Akseki Camii uğrak yerlerinden birisi olur ve Hindistan Türkiye yolculuğu iman yolculuğuna döner ve burada Allah’ın birliğine ve Resulüne tanıklık eder. Bu manevi seyr-i sülük sayesinde Sing, Ali olur. Budist annesini üzer ama gam değil. O hayatın sırrını ve gayesini keşfetmiştir. Ahmet Hamdi Akseki Camiinin kendisini imana cezp ettiğini ifade etmektedir (http://islammemo.cc/ akhbar/arab/ 2015/03/06/234079. html ). Camiler masumiyetin ve fıtratın yeryüzündeki dikili nişaneleridir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.