Osmanlı asırlarında Ramazan eğlenceleri
Bir yazımızda söylemiştik ya, Osmanlı’da hayat, özellikle ramazanlarda ebediyete dönerdi. Malâyaniyata dönüp bakılmaz, fani olana itibar edilmez, “günah”tan sakınılır, yanlıştan kaçınılırdı.
Kısacası herkes idrak edilen ramazan ve Leyle-i Kadr fırsatını değerlendirip bir anlamda “sevap biriktirmeye” çalışırdı.
İbadetlerini de keyifle yapardı. Keyifle yaptığı için de müthiş eğlenirdi.
Biz Batılı eğlencelere kendimizi kaptırdığımızdan beri Osmanlı usulü eğlenmeyi beceremiyoruz. Beceremediğimiz için onların da eğlenemediklerini zannediyoruz.
Oysa Osmanlı ceddimiz, özellikle de çocuklar ramazanlarda müthiş eğlenirlerdi. Öyle çok eğlence odağı oluşurdu ki, hangisine koşacaklarını şaşırır, bazılarının iddia ettiği gibi, Direklerarası sapmasına kendilerini mahküm etmezlerdi.
Öncelikle Ramazana hazırlık safhası müthiş bir eğlence idi...
Ailece alışverişe gidilir, alış verişten birkaç gün önce her tarafı pırıl pırıl temizlenen kiler ağzına kadar ramazanlıklarla doldurulurdu.
Ramazan hürmetine çocuklara yeni elbiseler, yeni pabuçlar alınırdı. Böylece ramazanın gelmesini bir bayram hevesi içinde beklemeleri sağlanırdı.
* Mahya seyretme...
İstanbul’un meşhur mahyacıları tarafından iplerin ve kandillerin hazırlanması, o dönemin çocukları, hatta yetişkinleri için bulunmaz bir eğlence idi. Saatlerce seyreder, ayrılmak istemezlerdi.
Her kandil yerine takıldığında alkışlar, takdir kelimeleri mırıldanırlardı.
Bu da mahyacıları teşvik ederdi.
* Evin en büyük odasını teravih için hazırlama...
Büyük oda temizlenir, sadece ramazanlarda çıkarılan ve odayı köşeden köşeye saran Hereke halısı serilir, kenarlardan bastırılır (umumiyetle çocuklara halının kenarını bastırırlar, bu da çocukları çok mutlu ederdi; aile ile birlikte bir şeyler paylaşmanın tadına varırlardı)
* Teravih odasına mahya asma...
Çocukları gerçekten önemseyen Osmanlı ceddimiz evine mahya kurmayı severdi. Bir mahyacı çağrılır, ya da ev halkı el ele küçük bir mahya modeli çıkarırdı. Buna çocuklar bayılırdı. Böylece ramazanın diğer aylardan farklı olduğu vurgulanır, her ramazan farklı kutlama şekilleriyle anıya dönüştürülürdü...
Bir bakıma ramazanlar biriktirilirdi.
* Teravih...
Selâtin camilerinde, kimisi bestekâr olan davudi sesli müezzinlerin önderliğinde tekbir ve telmihlerle kılınan teravih namazları gerçekten görülmeye değerdi.
Bunda bir tuhaflık yok. İlk Paris Sefirimiz Yirmisekiz Mehmed Çelebi Paris’teki Türk sefarethanesinde maiyetiyle birlikte yaptığı iftarlarla kıldığı teravih namazlarının tüm Paris halkının dikkatini çektiğini, özellikle kadınların süslenip püslenerek her akşam iftar ve teravih seyretmeye nasıl geldiklerini “Paris Sefaretnâmesi” isimli anılarında yazdığına göre, demek ki manzara zevkle seyredilmeye değer bir manzaradır.
* Muhammediye okuma ve dinleme...
Ramazanlarda evlerde hemen hemen her akşam Muhammediye (Peygamber Efendimize övgü) okunurdu. Aile bireyleri kitabı sırayla okurlardı. Her gece kimin okuyacağını aile büyüğü tayin ederdi.
Eserin manzum oluşu çocukları keyiflendirir, aynı zamanda şiir zevki de kazandırırdı.
* Mukabele...
İstanbul camilerinde mukabele başlı başına bir ziyafetti. Tanınmış kura hafızların belli bir disiplin içinde Allah kelamı karşısında sıraya girip saygıyla okumaları çocukları derinden etkiler, Kur’an merkezli bir hayata hazırlardı...
Ayrıca tanınmış isimlerin bir kitabın etrafında kümelenmesi çocukların kitaba ilgisini arttırırdı. Böylece okuma alışkanlığı kazanırlardı.
* Ramazan torbası...
Bu da ramazana mahsus bir eğlence, hatta bir terbiye ögesiydi. Ramazanın ilk günü evin hanımı duvara bir “Ramazan Torbası” asardı. Aile bireyleri canları istediğinde o torbaya ramazana, yahut bir birlerine ilişkin düşüncelerini yazıp atarlar, yeni oruca başlayan gençler ilk orucu nasıl yaşadıklarını hikâye ederdi. Bu notlar, gelecek için mükemmel bir hatıra olur, aynı zamanda aile fertleri bir birlerine ilişkin düşünceleri ve eleştirileri de öğrenme fırsatı bulurlardı. Bu da çok eğlenceli olurdu.
* İyilik kutusu...
Ramazanlarda ortaya bir kutu konurdu: Üzerinde “Sadaka Kutusu” yazardı. Çocuklar bu kutuya harçlıklarından bir miktarını atar, böylece vermeyi öğrenirlerdi.
Zaten bizim kültürümüz “verme kültürü”, Batı kültürü ise “alma kültürü”dür. Bu, oyunlara da yansımıştır. Bizim verince “lâdes” olur, onların “alınca” Nisan bir olur.
Sadaka kutusuna para atmada yarışmak, çocuklar arasında oyuna, hatta rekabete dönüşür, “Bakalım hangimiz daha fazla para atacağız” yarışmaları sayesinde tasarrufu da öğrenirlerdi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.