İmam Hatipler Böyleydi
Biz bir 12 Eylül ihtilali yaşadık. Sonra çalıştığım Andırın lisesinden ilimizin İmam-Hatip Lisesine tayin olundum. Yine hem öğretmenlik, hem de vaizlik yan yana gidiyordu.
Öğretmenlikten büyük zevk alıyordum. İdealim İmam Hatip öğretmenliği idi ve şimdi onu bulmuştum. Görevimi yapmanın huzuru ve mutluluğu içindeydim. Allah’a, dinimi öğreterek ekmek yememe vesile olan bir meslek ihsan ettiği için sonsuz hamd-u senalar ve şükürler ediyordum.
Öğrencilerimi çok ama çok seviyordum. Onlar yarının mürşitleri, mübelliğleri, mücahitleri olacaklardı. Bize göre durumları ne kadar iyi olursa olsun, “bu kadarı yeter” dememek, hep biraz daha iyi yetişmeleri için çabalamak gerekiyordu. Bizim gençliğimiz gibi geçmemeliydi günleri. Daha başarılı olmalıydı. Bizim fakültede duyup okuduklarımızı, onlar burada, daha şimdiden duymalı ve okumalıydılar. Bunu sağlamak bizim görevimizdi. 12 Eylül İhtilalinin korkunç zemininde biz çırpınıp duruyorduk.
Onlar sınıflarına girip çıkarken, okul koridorlarında ve bahçelerinde dolaşırken benim İçin, tıpkı kalbimden damarlarıma dağılan ve toplanan kanım gibiydiler. Onlar, ayaklarının altında ve başlarının üstünde meleklerin kanatlarının bulunduğundan habersiz masumlardı. Kendilerini bilmez veliydiler. Onlar İmam-Hatipliydiler. Onlara bunu söylemesem bile, keşke söyleseydim, onları çok ama çok seviyordum. Nadiren çıkan hem ahlaksız, hem de zararlı ve şirret olanları hariç, en tembelini bile seviyordum.
Çünkü bu gençlerin davaları İslâm’dı. İslam’ın ülkelerinde yeniden hâkimiyetini istiyorlardı. Batı medeniyetinde kaybolmuş ülkelerinin yeniden kendine gelerek “Dar'ül İslam” oluşunu amaçlıyorlardı. Ümmetin, ipi kopmuş tesbih taneleri gibi dağılan ve perişan olan ümmetin birliğinin müjdecisiydi onlar. Devletimizin diriliş işçileri, Allah erleriydi onlar.
Kimisi Mus'ab gibi, kimisi Cafer gibi, kimisi de Halit gibi iş yapacaktı. Yenden Bedirlerin, Uhudların. Hendeklerin, Hudeybiyelerin, Mekke fetihlerinin olması kaçınılmazdı. Öyle bakar, öyle görür, öyle ümit ederdim. Hayallerim hakikatin bir adım ötesinde bazen ağlatırdı beni. Heyecanlanır ve ürperirdim.
Onların sağlam ve donanımlı yetişmesi için her türlü koruyucu hekimliğin tedbirleri alınmalıydı. İdare ve öğretmenler el ele vererek bunu sağlamalıydık. Kanımız sağlıklı olmalıydı. Onlar sağlıklı olsunlar ki, ümmetin bedenine sağlık ve saadet taşıyabilsinler.
“Onlardan uzak olan zenginlik olmaz olsun” diyerek, bazı iş tekliflerini seve seve geri çevirdim. Yalnız bir ara içime derin bir ilim sevgisi düşmüştü. “Acaba resmen bir vaiz veya imam olsam da, gece gündüz okusam mı?” diye düşünmüştüm. İlim bakımından eksikliğimin farkındaydım. “Acaba özel eğitim alarak tamamlasam mı bunu?” diye düşünmeye başladım.
Teşebbüs etmedim de değil. Hatta Ankara’ya, Diyanet’e müftülük - vaizlik imtihanına kadar gittim ve Kazandım. Şehrimizin O günkü müftüsü Ali Rıza Kırboğa, kazandığımı bildiren resmi yazıyı okurken, “çor çocukla imtihana giriyor ve kazandım diye övünüyor musun?” diye latife yapmıştı…
“Gel" dediler Diyanetten. “İstersen şu illerde görev alabilirsin”. Dediler ama ne istiharem izin veriyordu, ne de istişarem. Bütün danıştıklarım “hayır” dediği gibi, istiharem de okulda eksikliğimi tamamlamamı istiyordu. Rüyamda kendimi okulumun bir sınıfında talebe olarak buldum. Öğretmenimizi bekliyoruz. Birden sınıfa koltuğunda dosyalarıyla, çok sevdiğim bir üstadımız girmez mi?
Anlaşılmıştı, biz okulda kalmıştık. Buna rağmen derslerimiz zevkle geçerdi. Bir düzen tutturmuştuk. Darbe şartları gitmiş, rahatça görev yaptığımız zamanlar gelmişti.
Ne güzel günlerdi o günler.
Ama işte yine bir darbe daha geldi 28 Şubatta. Her şeyi berbat etti. Geçmişte kazandıklarımızı elimizden almak istiyorlardı. Başardılar da. Geçen yazılarda uzun uzun anlattığımız olaylar oluyordu. Biz elleri böğrümüzde bizi terk eden öğrencilerimizin arkasından baka kalmıştık. Sonra binalar elden gitmesin diye dağ taş öğrenci aramalar ve bulduklarımızın da “burada istikbal yokmuş. Bizi niye getirdiniz” sitemleri karşısında çaresizliğimiz…
İstikbal nedir?
Bunu bilerek, en azından üstünde düşünerek konuşan kaç kişi vardı acaba?