Tevhid’deki Vahdet
Kendi öz kıymetlerine bîgâne kalmış, hattâ düşman hâle gelmiş insanlarımızı, nesillerimizi İslâm’ın güler yüzüyle tekrar buluşturmak da bizim borcumuzdur.
Peygamber Efendimiz; Evs ile Hazrec’i nasıl birleştirdiyse, Selmân-ı Fârisî’yi, Bilâl-i Habeşî’yi, Suheyb-i Rûmî’yi, bir yahudi âlimi olan Abdullah bin Selâm’ı -radıyallâhu anhum- aynı safta nasıl îman kardeşleri hâline getirdiyse; bizlerin de aynı kardeşliği yeniden tesis etmek için, Efendimiz’in yoluna ittibâ etmemiz yegâne çaredir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
“İlâhınız bir tek Allah’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, rahmândır, rahîmdir.” (Bakara, 163)
Rasûlullah (sav) Efendimiz de şöyle buyurdular:
“Ey insanlar!.. Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O’na karşı en çok takvâ sahibi olanınızdır. Arab’ın Arap olmayana -takvâ ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.” (Müslim, Hac, 147)
İslâm tevhid dînidir. Tevhid, Allah’tan başka mâbud tanımamaktır. Kullara, mallara ve mevkîlere kulluğu reddetmektir. Zira tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur.
Tevhid şuuru, mü’minlerin içtimâî hayatına da akseder. Mü’minler yekvücut bir cemaat hâlinde, bir imamın ardında namaza dururlar. Bütün mü’minler tek bir Rab, tek bir Kitab, tek bir Nebî’nin sancağı altında birlik ve beraberlik şuuru içinde yaşarlar.
Mü’minler bu uhuvvet ve vahdet sayesinde birbirlerinin dertleriyle dertlenirler; tek bir vücuttaki âzâlar gibi birinin sancısı her birini dilhûn eder, uykusuz bırakır. Kardeşlik dilde kalmaz; cömertlik, infak ve îsâr ile fiiliyata dönüşür.
Hz. Peygamber (sav) Efendimiz, müslümanları böyle bir vahdet ve ittihâd içinde birleştirdikten sonra dâr-ı bekāya irtihâl etti.
İslâm tarihi boyunca, bu birlik-beraberlik kimi zaman kuvvetli oldu, bu da huzur ve ihtişam getirdi. Kimi zaman da tefrika İslâm dünyasını kasıp kavurdu, bunun neticesi de hezimet ve hüsran oldu.
Hz Mevlânâ; İslâm dünyasının bilhassa Anadolu’nun siyasî ihtilâflarla, düşman işgalleriyle çalkalandığı, Selçuklu Devleti’nin son nefeslerini verdiği bir devirde yaşadı. Şu misal, farklı birçok hikmet yanında siyasî karmaşaların tabiatını da ifade etmektedir:
Bir adam dört kişiye bir miktar para verdi;
“–Bu para ile işinize yarayanı alın!” dedi.
Dört kişiden biri Farsça biliyordu;
“–Bu parayla engür alalım” dedi.
Öbür arkadaşı Arap idi;
“–Aksilik etme!” dedi. “Ben engür istemem, ‘ıneb isterim.”
Biri de Türk idi;
“–Ben ‘ıneb istemem, üzüm isterim.” dedi.
Rum olan diğeri;
“–Bırakın bu lafları!” dedi. “Bu para ile istafil alalım.”
Derken dört kişi birbirleri ile çekişmeye, dövüşmeye başladılar. Çünkü muhataplarının sözlerinin anlamından haberleri yoktu.
Çünkü engür, ‘ıneb ve istafil, hepsi üzüm demekti.
Onlar ahmaklıklarından, birbirlerine yumruk atıyorlardı. Çünkü faydalı ilimden hâlî ve cehâletle dolu idiler.
Eğer orada çeşitli dil bilir, sır sahibi üstün bir er bulunsa idi onları barıştırırdı. Onlara derdi ki:
“Ben bu para ile hepinizin istediğini alırım. Hiçbir art düşünceye kapılmadan, hile yoluna sapmadan gönlünüzü bana verirseniz, bu paranız istediğiniz şeylerin hepsini yapar. Bu paranızla dördünüz de murâdınıza erersiniz.”
Yazık ki; Türk, Rum ve Arap’ın kavgasından engür ve ‘ıneb şüphesi çözülemedi. Mânâ dillerini bilen bir Süleyman gelmedikçe, bu tefrika ortadan kalkmaz. (Mesnevî)