Yaşlanmak ve yaşlılarımız
Vaktiyle bir “Huzurevi”ni ziyarete gitmiştim. Yaşlı bir abla, gözyaşları içinde bana oğullarını, kızlarını anlatmıştı. Maşallah hepsini okutmuştu... Kimisi Amerika’da, kimisi Avrupa’da, kimisi Türkiye’de keyfine bakıyor, kendilerini dünyaya getirip yetiştiren anne ise huzurevinde evlatlarının yolunu gözleyerek ve gözyaşı dökerek yaşıyordu. Buna rağmen evlâtlarına toz kondurmuyordu. İşlerinin çokluğundan bahsedip onları mazur görmeye ve göstermeye çalışıyordu.
Ben doğrusu mazur göremedim. Göremem. Anne-babayı, dede-nineyi yalnızlaştıran ilgisizliğe ve bunu bir bakıma dayatan “modernite”ye “zaruret” gözüyle bakmam mümkün değil.
Yaşlıları yalnızlığa itekleyen hiçbir “zaruri hal” tasavvur edemiyorum. Sadece sevgi dünyamızda sorunlar var. Sevgi dünyamızda sorunlar olduğu için ilgi dünyamız yaşlıları kapsamıyor.
Eskiden yaşlıları sever, onlara hürmet gösterir, hatta onları “ailenin bereket kaynakları” gözüyle görürdük. Bu bakış açımız ülkemize gelen yabancıları şaşırtırdı. Mesela, Ondokuzuncu Yüzyılda İstanbul'da yaşamış Fransız gezgin ve yazar A. Brayer bu konuda şunları söylüyor:
“Erkeklerde ve kadınlarda evlat sevgisi çok derindir. Türkler'in hafta tatiline tesadüf eden Cuma günü ve bilhassa Ramazan ve Bayram günleri sokaklarda Müslüman Türk'ün göğsünü kabartan oğlunun elinden tutup ağır ağır gezdirdiği, çocuk yorulunca kucağına aldığı, daima devam ettiği kahvede yanına oturtup şefkatle hitap ettiği, evladına tam bir ana özeniyle baktığı, ihtiyarlarından gençlerine kadar bütün diğer Müslüman Türkler'in de çubuklarını bırakıp çocuğa alakayla baktıkları ve ilerde (İnşallah) ihtiyarlık desteği olacak bir oğul sahibi olduğu için babayı tebrik ettikleri görülür...
“Bu şefkat tezahürlerine başka memleketlerde de tesadüf edilir; fakat arada dağlar kadar fark vardır! Birtakım boş menfaat kaygıları, eğlence düşkünlükleri, çok defa kadınların da iştirak ettikleri ticari muamele gaileleri, kısacası başka memleketlerin her şeyleri çocuklara karşı şefkatlerini azalttığı halde, harem hayatı bilakis bütün bu hislerin bir merkezde toplanıp artmasını temin etmektedir.
“İşte bundan dolayı Türkiye'de çocuklar yetişip adam oldukları zaman analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları halde, başka memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer girmez analarıyla babalarından ayrılmakta, mali menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe münakaşa etmekte ve hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları halde onları sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta ve zavallılara karşı adeta yabancılaşmaktadırlar.”
Ailede nelerin değiştiğini, geleneksel yapının hangi istikamete kaydığını ve bu yüzden toplumumuzun neler kaybettiğini sanırım bu tespitlerde görebiliyoruz.
•
Öte yandan sağlıklı oldukları halde bazı yaşlıların kendilerini âdeta ölüme terk etmelerini anlamakta zorluk çekiyorum.
“Artık yaşlandım, unumu eledim eleğimi astım” diyerek hayattan kaçmaya başlıyorlar.
Böylelerine, seksen küsür yaşında hayatının en muhteşem eserini vücuda getiren Mimar Koca Sinan’ı hatırlattıktan sonra, Köprülü Mehmed Paşa’yı örnek vermek isterim...
Sadrazamlığa getirildiğinde yetmiş küsür yaşındaydı. Devlet isyanlarla, karışıklıklarla çalkalanıyor, onbeş yaşlarında bir genç olan Sultan IV. Mehmed ise çaresizlik içinde kıvranıyordu...
Dirayetli bir sadrazam bulma ümidiyle bazen günde iki sadrazam değiştirdiği bile oluyordu.
1657 yılıydı. Padişah, aradığını hâlâ bulamamıştı. Devlet çarkı durmuş gibiydi. Karışıklıklar sarayın içine kadar girmiş, rüşvet dal budak salmıştı.
Köprülü Mehmed Paşa bu şartlar altında sadrazam oldu. Ne yakındı, ne de yüksündü: Bütün gücüyle icraata başladı. Fakat daha ilk günlerde, devleti kendi ikballeri istikametinde kullanmak isteyen bir güruhun itirazıyla karşılaştı: “Yaptıkların töresizliktir, bu gidişte ısrar edersen devletin muvazenesi bozulur” dediler.
Bozulan kendi muvazeneleriydi ve Köprülü bunu çok iyi biliyordu. Ne var ki, seslerini Padişah’a kadar ulaştırdılar: “Böyle zamanda devlete genç biri sadrazam lâzımdır, oysa Köprülü Paşa’mız yerinden kalkamayacak kadar ihtiyardır” dediler.
Gencecik Padişah, Sadrazam Mehmed Paşa’yı huzuruna çağırdı. Şikayetlerin ayyuka çıkmasından söz ederek, bazı icraatlarını zamana yaymasının daha doğru olacağını söyledi...
Buna Köprülü’nün verdiği cevap son derece sertti: “Hükûmet idaresi başkalarının (yani padişahın) elinde olunca iş görmek mümkün değildir. Benim yaptığımı başkaları bozmak isterse, devlette fesat olur. Ruhsat verirseniz, sadrazamlıktan çekilmek isterum.”
Sadrazamlık mührünü öpüp başına koyduktan sonra Padişah’a uzattı:
“Buyurunuz Mühr-i Hümâyununuzu Hünkârım, artık benden daha elyak olana verursuz.”
Bereket versin Sultan IV. Mehmed, yaşlı sadrazamın istifasını kabul etmeme basiretini gösterdi. Bir daha işlerine karışmayacağına dair söz verdi. Güvenini tekrar belirtti ve hattâ yetkilerini arttırdı.
Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa, dört yıl daha yaşadı. (1661’de öldü) Bu süre içinde kendisinden önce sadrazam olan nice gencin yapamadığı icraatlar yaptı. Uçurumun kıyısından aldığı devleti derleyip toparladı. Zafer yollarını tekrar açtı. Venedik Donanmasını Çanakkale Boğazı’ndan kovup Limni Adası’nı geri aldı.
Bugün hiçbir tarihçi, “İhtiyar Köprülü’nün yerine filanca genç sadrazam olsaydı daha iyi olurdu” diyemiyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.