İran’ın yerini Pakistan mı alıyor?
BAE’DE yayınlanan Beyan gazetesinin 5 Ekim 2008 tarihli nüshasında; yazarlarından Celal Arif ‘İran’ın yerini Pakistan mı alıyor?’ diye soruyor. Aslında başlığı sorudan daha net.
"Evdau Pakistan: Hel takrabul mesafe Beyne Amerika ve İran?"... Bölgede bir denklem ve denkleme uygun olarak satranç tahtası var. Bu satranç tahtasını iyi anlamak için ABD’nin İran’ın bu satrançtaki yerine bakışını iyi anlamak lâzımdır. Ve yine neden zayıf Irak halkasından başladığını ve sıranın hâlâ İran’a gelmediğini. Elbette sıra hiçbir zaman İran’a gelmesin ve gelmeyebilir de. Ama denklem zaten buna göre kurulmamış. Nüfuz paylaşımına gidemezlerse İran’ı vurmak elbette bir seçenek olarak her zaman masada duracaktır. En azından kısa vadede. Ama bu seçenek Irak ve Afganistan’ı vurmak kadar kesin değil. ABD’nin İran’a bakışını anlamak için ilk önce İranlıların da akil adamlar olarak tanımladığı şahsiyetlerin duayenlerinden olan Kissinger’in tahliline bakalım. Kissinger, 11 Eylül’den itibaren İslâm âlemine yönelik olarak başlatılan soğuk savaş ikliminde İslâm dünyasını iki kutba ve parçaya ayırıyor. Sünnî çoğunluk ve Şiî azınlık. Bu denklemde Şiî azınlığı Sünnî çoğunluğu zayıflatmak için manivela aracı olarak görüyor. Bunun için Sünnî çoğunluğa karşı Şiî azınlık ve onu temsil eden İran’la işbirliğini savunuyor. Bu bağlamda, 1971 sonrasında Çin ile SSCB sarkacında Çin’e açılma politikasının İran’a yönelik olarak da uygulanmasını salık veriyor. Komünist dünya ile soğuk savaş bitti ve onun yerini İslâm dünyası ile soğuk savaş aldı. Öyleyse eski denklemde Çin’in konumunu ve yerini İran niye almasın? Esasında bu bakış açısıyla ilgili uygulamaları fiiliyatta 11 Eylül’den sonra berrak olarak Afganistan ve Irak işgallerinde görüyoruz. Bu siyaset resmî hâle gelemedi zira iki taraf da istedikleri hâlde anlaşmayı tam olarak kotaramadılar. 180 derece manevra yapmakta zorlandılar. Bunun ipuçlarını İran ile daha yakın ilişkileri savunan David Ignatius’un yazılarında da görebiliyoruz. ‘Tehran Definite Maybe’ başlıklı yazısında (July 10, 2008, Washington Post) bunun ipuçlarını veriyor. Rusya karşısında Çin ile ABD anlaşmasının brokeri olan Kissinger benzeri bir yapılanmayı ve ilişkiyi İran ile ABD arasında da tahayyül ediyor. Bu karşılıksız da kalmıyor. Kissinger 1974 yılından itibaren benzeri bir yakınlaşmayı dolaylı olarak Suriye-İsrail arasında kotarmıştı. Suret-i haktan görünen ve Arapların desteğini de alan Hafız Esad, Kissinger’in arabuluculuğu ve İsrail’in onayıyla Lübnan’a girmişti. Bugün de Beşşar Türkiye üzerinden yürütülen dolaylı görüşmeler ve ardından gelecek doğrudan görüşmeler üzerinden Lübnan’a dönebilmek için benzeri bir muvazaaya varmak istiyor. Elbette faturası var...
***
Ignatius’un görüştüğü ‘bazı ılımlı İranlılar’ (kim olduklarını söylemiyor) ABD ile İran arasında, 1971 yılında Çin ile ABD arasında geliştirilen ilişkiler türünde bir ilişki türünün kurulmasını istemişler. Muttaki buna mukabil ihtiyatlı bir iyimserlik içindeymiş ve "belki ile evet" arasındaki yolun epey mesafeli olabileceğini söylemiş, ama diplomatların ilk öğrendikleri ve öğrettikleri kelimenin de uzlaşma olduğunu hatırlatmış. Burada İran’ın politikası tamamen kendisini belli ediyor. O da nükeeler programında olduğu gibi belirsizlik politikası. Netleşmek İran’ı bozar. Bundan dolayı da bıçak sırtı olarak ‘haevet’ politikasını sürdürmesi gerekir. Bu politikanın da içi İranlıları, dışı sempatizanlarını yakar. Lâkin Ignatius’un yazdığı sıralarda (Temmuz ayı) İran ile ABD neredeyse ilk önce CNN’in haberi doğrultusunda diplomatik temsilcilik açıyorlardı. ABD Tahran’da maslahatgüzarlık açıyordu. İkinci bir emre kadar talik edildi. Muttaki ve Nejad bununla igili açıklamalar yaptılar. Ancak daha sonra bu arayış kemale eremedi. Onun nedeni de Bush’un emri vaki ile gelecek liderin İran politikasını belirlemek ve tayin etmek istemeyişi. İlişkilerin geleceğini ve tayinini gelecek idareye bırakmak arzusu. Özellikle bunu yaparak McCain’in elini kolunu bağlamak istememiş.
***
ABD ile İran arasındaki ilişkilerin geleceğini bölgesel gelişmelerin karakteri belirliyor. Esasında İranlıların Ziya ül Hak’ın Batıcılığını nazara vermek istedikleri hâlde Amerikancılığına değinme gereği bile duymadıkları Müşerref iktidarda kalsaydı objektif olarak İran’a karşı ABD’nin daha şahince politikalar izlemesi mümkündü. Pakistan’da iktidar değişimi ABD'nin elini kolunu bağlıyor. Şu anlamda: Gerçekte Benazır’ın dul kocası Asıf Ali Zerdari Müşerref’ten daha ziyade Amerikan yanlısı olsa da Müşerref’e göre daha zayıf ve kırılgan. Pakistan’ın bu durumda İslâmcıların kucağına düşmesi daha belirgin bir ihtimâl. Pakistan’ı dizginlemesi güç. ABD alenen Hindistan’la nükleer alanda işbirliği yaparken Pakistan halkından, ABD’ye dostça bakması beklenemez. Amerikan düşmanlığı veya karşıtlığının aynı şekilde ordu ve istihbarat saflarında da artması kaçınılmaz. Bundan dolayı ABD İslâmî cepheye ve cenaha kayma ihtimali karşısında İran meselesini arkaya atar ve öteler. Celal Arif de bunu yazmakta. Ya da biraz daha yalın söylemek gerekirse nasıl Taliban ile ABD geriliminden ve sürtüşmesinden ve keza Saddam ile Bush sürtüşmesinden İran kazanmışsa Pakistan’ın İslâmî cenaha kayma ihtimalinden de birinci ve evveliyetle İran kazançlı çıkacaktır. Netice itibarıyla Pakistan’da iktidarı zorlayanlar ABD’nin Afganistan’da devirdiği Taliban’ın uzantıları ve müttefikleri. ABD ile aralarında kan dâvâsı var. Bugün Şiî-Sünnî meselesi, sadece teorik bir mesele değil aynı zamanda bölgesel paylaşım meselesinin merkezinde olan bir meseledir. Satrancın bir tarafını oluşturmaktadır. İngiliz Komutan Mark Carleton, Afganistan’da kesin bir zafer kazanamayacaklarını açıkladı. Ve Irak’ta direniş sönmeye yüz tutarken Afganistan’da daha da alevleniyor. Peki sebebi ne ve niye? Hizbullah direnişi diye yeri göğü inletenlerin bununla ilgili bir cevapları var mı? Hayır. Afganisan’da müttefiklerin Irak’ta ise direnişin bozguna uğramasının nedeni Şiî denklemidir. Yani Kissinger’in kurguladığı denklemin sonuçlarıdır. Afganistan’da direniş yekpare hareket ederken ABD, Irak’ta Şiî-Sünnî ikileminden yararlanarak Sünnî direnişçileri enterne edebilmeyi başarmıştır.
Dediklerimizin ispatı The Independent gazetesinin Irak uzmanı yazarı Patrick Cockburn’un yazdıklarıdır. Elbette inanmayanlar için şunu söylemek mümkün: Sünnî gözüyle değil, uzman gözüyle yazmıştır.
Konuyu, 14 Eylül 2008 tarihli BBC-Türkçe basın özetlerinden takip edelim: ‘Irak’ta zafer kazanılmadı’. Independent on Sunday’ın dış haber sayfalarında, deneyimli Irak muhabirleri Patrick Cockburn’un imzasını taşıyan bir haber var. “Irak’ta şiddet azaldı—ama ABD asker sayısını arttırdığı için değil” başlığını taşıyan bu habere göre şiddetin azalmasının sebebi, Irak’a artık Şiîlerin ve İran’ın hakim olması. Ayrıca İran’ın, 2006’da göreve gelmesinde önemli rol oynadığı Nuri el Maliki hükümetini yüzde 100 destekleme kararı alması da, şiddetin azalmasında etkili oldu. İran, güçlü Şiî lider Mukteda es Sadr ile Irak hükümeti arasında ateşkes sağladı. “Son haftalarda ABD’nin, İran’ı pek eleştirmemesi dikkat çekici” diyen Cockburn’e göre bunun sebebi Rusya ile yaşanan gerginlik kadar, Irak’taki Amerikan güvenliğinin büyük ölçüde İran’a bağlı olduğunun anlaşılması.
Yazar bu noktaları anlamayarak “Irak’ta zafer kazandık” propagandası yapan ABD başkan adaylarından John McCain’in iktidara gelmesiyle, Irak’taki savaşın yeniden alevlenebileceği uyarısında bulunuyor…” Yani Irak’ta Amerikalılar için bir zafer varsa bu, böl-parçala ve yut zaferidir. Sonuç: Vahid Abdulmecid’in dediği gibi İran’ın amacı direnç değil direnç oyunu üzerinden paylaşmada elde edeceği paydır (El Ahram, 7/10/2008).
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.