Şu bizim Sunguroğlu
Ertuğrul Gazi’nin türbesinde Fatiha okurken, oğlu Osman Bey’e vasiyeti geldi aklıma: “Bak Oğul; beni kır, Şeyh Edebali'yi kırma. O bizim boyumuzun (devletimizin-milletimizin) ışığıdır. Terazisi dirhem şaşmaz. Bana karşı gel, ona karşı gelme! Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim. O'na karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz, baksa da görmez olur. Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir. Bu dediklerimi vasiyetim say!..”
Bu vasiyeti okurken anlıyorsunuz ki, Osmanlı Devleti’nin harcı ilimle yoğrulmuş, ilim adamına sevgi ve saygıyla bütünlenmiştir; işte bu yüzden küçücük bir aşiret kısa süre içinde imparatorluk burcuna yükselmiştir. Kuruluş sırrını çözdüğünüzü fark ediyorsunuz.
Sonra gözünüz türbenin çevresindeki sıradan mezarlara ilişiyor. O mezarlarda uyuyan âşina isimlerde saklı “Yürek Devleti”ni, “Şefkat Devleti”ni, “İnfak Devleti”ni kucaklıyorsunuz.
Mezarlardan biri “Samsa Çavuş”un… Onu tanıyorum: Hatırı sayılır, zengince bir aşiretin lideri iken, Osman Bey’in “Devlet-i ebed müddet” mefküresine gönül verip tüm aşireti ve varlıklarıyla birlikte Kayı Aşireti’ne katılmış, Osman Bey’in ilk komutanlarından biri olmuştur.
Birden o mezarda, Samsa Çavuş’la birlikte, yitirmekte olduğumuz fedakârlık hissinin de yatmakta olduğunu hissediverdim. İçim acıdı. Buruk bir acıyla biraz ilerideki kabrinde ebediyeti uyuyan Sunguroğlu Aykut Alp’e selam verdim: “Esselamüaleyke ya ceddi!” (Ey ceddim, Allah’ın rahmeti üzerine olsun). Çok tuhaf, ama mezardan “Vealeykümselam ya veledi” (Ey evlâdım, senin de üzerine olsun) cevabı gelmesini bekledim… Böyle yarım yamalak bir his işte. Gelip geçti!
Bir yazar, hayatını yazdığı, bunu yaparken yıllarını paylaştığı bir akıncı beyinin mezarı başında neler hisseder? Anlatmama imkân yok. Sunguroğlu’nun mezarı başında yoğun ve karmaşık duygular yaşadım. Eski dostumu kayıpken bulmuşum, sonra yine kaybetmişim gibi geldi. Samsa Çavuş’un mezarı başında içime sinen buruk acı katmerleşti. Dile kolay; yıllarımızı paylaştık Aykut Alp’le. Hayatımın en güzel ve özel yıllarıydı. Yirmili yaşların son kertesindeki delişmenliğin ortasına düşmüştü: İlk kitabım oldu, ilk göz ağrım… İlkler unutulamıyor.
“Sunguroğlu” daha gazetede yayınlanma aşamasında iken büyük bir ilgi görmüş, âdeta yer yerinden oynamıştı. Bu yüzden uzadıkça uzadı. Okuyucu onda kendini bulmuş, tarihini bulmuş, hasretini bulmuş, bu yüzden ayrılmak istememişti. Sunguroğlu bir “Hasret Adam”ın hikâyesiydi. Devamını yazmam için hâlâ zorluyorlar. Kimbilir, belki bir gün…
Konuklarımızın pek çoğu Aykut Alp, Turgut Alp ve Saltuk Alp isimlerine âşina idiler. Dede ile, dedenin kitaplaşmış özelliklerini özümseyen torunlarının buluşması hüzünle neşe karmaşasıydı. Bu manzarayı eminim Ertuğrul Gazi keyifle seyrediyordu.
Sunguroğlu’nun az ilerisinde bir başka yürek adam çıktı karşımıza: Turgut Alp. Onun da hayatını yazmıştım. O da sevdiğim bir kahramandı. Bu yüzden yüreğimde küflü bir tat oluşturdu.
Akçakoca, Abdurrahman Gazi, Saltuk Alp ve diğerleri: Devletlerini yüreklerinin üstünde yücelten fedakârlık âbideleri; hepinize selam olsun!
Söğüt’ten Bilecik’e indik. Bilecik’te, Osmanlı Devleti’ni “Bilgi Devleti” halinde altıyüz sene yaşatan olgunun mimari Şeyh Edebali (Osman Gazi'nin kayınpederi ve mürşidi, Osmanlı Devleti'nin fikir babasıdır. 1206–1326 yılları arasında yaşamış, Osman Gazi’ye insana değer vermesini öğütlemesiyle çağları aşmıştır), hukukun timsali Dursun Fakıh (Şeyh Edebali’nin hem öğrencisi hem de damadıdır. Bu itibarla da Osman Gazi’nin bacanağı olmaktadır. Karaman’da doğmuş, 28 Eylül 1299’da Karacahisar fethedildikten sonra, Osman Gazi adına hutbe okuyup, Cuma Namazı kıldırmıştır. Böylece, Osmanlı Devleti’nin kurulduğunu, Osman Gazi’nin bağımsız “Bey” olduğunu ilk kez ilan etmiştir. Osmanlı Devletinin ilk imam-hatibi ve ilk kadısı olma şerefi de ona aittir. “Gazavetname” isimli eseri meşhurdur. 1327 yılında vefat etmiştir).
Bir himmet eli (sanırım Bilecik Belediye Başkanı-Dostuma ayrıca, türbenin çevresini tertemiz tuttuğu ve etrafı çiçeklendirip ağaçlandırdığı için de çok teşekkürler) Edebali’nin Osman Gazi’ye meşhur öğütlerini levhalaştırıp türbenin hemen girişine dikmiş… Dünden çok daha fazla muhtaç olduğumuz “öğüt” kılıflı prensiplerden birkaç satır okuyoruz:
“Ey oğul, artık Bey'sin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana... Güceniklik bize, gönül almak sana… Suçlamak bize, katlanmak sana… Acizlik bize, hoşgörmek sana… Anlaşmazlıklar bize, adalet sana… Şunu da unutma: İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.”
Bu sesi öncelikle Ankara’ya duyurmak için büyük bir istek uyandı içimde, bağırmak istedim:
“Ey bizi yönetenler! Bizi kıyafet için, siyaset için kırıp dökmeyin; ideolojik nedenlerle incitmeyin; birbirinizle rekabetiniz yüzünden bizi inançlarımızdan vurmayın; yüreklerimizin üzerinde yürümeyin… Kısacası bizi yaşatın ki, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşasın!”
Şeyh Edebali’nin yanıbaşındaki mütevazı türbede kızı Balâ Hatun’la sevgili eşi yan yana kıyamet uykularını uyuyor. Kadınsılık sinmiş bu türbede ana-kız arasındaki yürek bağının öldükten sonra devam ettiğine şahit oluyor, “Ana başta tâc imiş” mısrasıyla başlayan şiirin nasıl bir halet-i ruhiye içinde yazıldığını fark etmeye başlıyorsunuz.
Şeyh son durağımız oldu…
Yirmidört saate sığmayan bu gezinin tadını sindire sindire İstanbul’a dönerken, kırk senedir dinlediğim “geri kalmışlık öyküsü” aklıma düştü…
Geri kalmışlık kasnağının kırılması galiba tek şeye bağlı: Yeni bir Osmanlı soluğuna…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.