İlahiyatçıların uzmanlığa saygı göstermeleri
Çağımız bilgi çağıdır. Bilgi uzmanlık isteyen uçsuz bucaksız bir alandır. Bilgi bir deryadır. Gerçek bilim adamları uzmanlığa saygılıdırlar. Kendi alanlarının dışına çıkmazlar. Mesela; bir göz doktoru mide hastalıkları hakkında görüş belirtmez; bir beyin cerrahi uzmanı kulak burun boğaz hastalığı hakkında kanaat belirtmez; bu alanda yazı yazmaz, tedaviye koyulmaz. Değilse yapılan iş bilim dışı kalır; sonuçsuz kalır; fayda getirmez, belki zarar getirir.
Fakat İlahiyat alanındaki ilahiyatçılardan bir kısmı maalesef bu bilimsel kuralı çiğneyerek uzmanlık alanında konuşacakları yerde, sürekli olarak uzmanlık alanları dışında konuşmayı tercih ediyorlar; alan dışına çıkarak bu kuralı çiğniyorlar. Bunun iki sebebi olabilir. Ya uzmanlık alanında söyleyecekleri fazla bir şeyleri yoktur yahut başka alanlarda konuşmak, onların tanınmalarına ve şöhret kazanmalarına daha çok vesile olmaktadır.
Bayramın dördüncü günü sabah 10.00 civarında bir televizyon kanalında ilahiyatçı meslektaşlarımızdan biri programcı hanımların sorularına cevap verirken fıkhî bir konuda oldukça tutarsız şeyler konuştu. Fıkıh alanında uzman bir ilahiyatçının bulunmamasından istifade ederek bu alanda istediği gibi rahat konuşuyordu. Hafızlık ve eğitimcilik alanında uzman olan bu değerli arkadaşımızın bu tutumunu doğrusu yadırgadım. Her şeyden önce kendisinin, özellikle uzmanlık alanı ile ilgili konularda halkımızı aydınlatması gerekirdi. Çünkü bu alanda hepimizin çok ihtiyacı vardır. Onun uzmanlık alanı ise eğitim bilimleri idi. Halkımıza eğitim konularında aydınlatıcı bilgiler verebilir, ibadetlerin eğitim yönünü irdeleyebilirdi. Fakat bunu yapmıyor, ne yazık ki, fıkıh sahasında ahkâm kesiyordu. Hac’da şeytan taşlamanın olmadığını kesinlik ifadeleri ile ilan ediyor, bugüne kadar yapılanları da yanlış olarak değerlendiriyordu. Bu ifadeler programda bulunan hanımların bile dini duygularını altüst ediyordu.
Haccın hüküm kısmı fıkıh alanında uzman kimselerin işidir. Bilime ve uzmanlığa saygısı olan biri, konu buraya gelince işi fıkıh uzmanlarına bırakması gerekirdi. Maalesef böyle yapmadı. Sorulan soruları da otoritesi ile yok saydı. İslam dininin uzmanlık alanını bilmeyen programcılar önünde konuşmak ve desteksiz atıp tutmak kolaydır. Bu konu uzmanlar arasında tartışılması gereken bir meseledir. Esasen bu gibi konular hakkında uzmanlar önünde konuşmak gerekir. Yanında bir fıkıhçı yokken dilediği gibi hüküm kesmesini ben şahsen kendilerine yakıştıramadım, hiç bir ilahiyat hocasına da yakıştıramam.
İlahiyatçı demek, İslam dini alanında her şeyi derinlemesine bilen adam demek değildir. Ben fıkıh alanında uzman olmama rağmen, fıkhın örneğin ceza hukuku alanında ihtisas yapmış bir kimsenin yanında söz söylemeye kendimi yetkili kabul etmem.
Ne yazık ki, ilahiyatçı diğer bazı meslektaşlarımız da bu hassas noktayı kavrayamamışlar ve sürekli alan dışına çıkarak halka açılmaya çalışmaktadırlar. Bunun sebebi, fıkıh alanının halkı daha çok ilgilendirmesidir. Bu konular dikkati çekmektedir. Duygularını tatmin etmek için halkın dini hassasiyetlerini dağıtmaya ve bilgilerini altüst etmeye kimsenin hakkı yoktur.
Eğer bu gibi ilahiyatçılar, mutlaka alanları dışında söz söylemek istiyorlarsa, o takdirde konunun uzmanları önünde konuşmalıdırlar. Bilmeyen halkın karşısında konuşmak kolaydır. Fakat uzmanları önünde konuşmak zordur. Bendeniz şahsen buna çok üzülüyorum. Kendimi, çalıştığım alanlarda ve bilgi ürettiğim noktalarda halka bilgi vermekten sorumlu tutmaktayım. Başka bir alanda, örneğin; eğitim bilimleri alanında söz söylemeyi doğru bulmam. Çünkü iyi bilmediğim konuda bunu yapmam halkı yanıltmak anlamına da gelebilir. Dini konular çok hassastır. Bu alanda konuşurken çok dikkatli olmak gerekir. Her şeyden önce bunun sorumluluk duygusunu taşımak lazımdır. Bir ilahiyatçı alanının dışındaki bir sorunu çözmekten dolayı sorumlu değildir. Bu sorumluluğu uzmanlarına bırakmak gerekir. Eğer uzmanları bu konularda bir sorun görmüyorlarsa o takdirde susmak en isabetli hareket tarzıdır.
Bazı ilahiyatçılar, halkın bilgi eksikliğinden yararlanarak bunu sürekli yapıyorlar. Bunun asıl sebebi şudur: Nasıl olsa halk kendilerine ilahiyat hocası gözü ile bakıyor. Halk uzmanlık alanlarını bilmemektedir. Fıkıhçı ile tarihçi arasında yahut eğitimci ile felsefeci arasında bir fark gözetmemektedir. Oysa bilgi çağında yaşıyoruz. Halkın bilgi eksikliğinden yararlanarak kendi hevesimizi tatmin etmeye kalkarsak hem Allah’ın dinine zarar vermiş oluruz, hem de Müslüman halkımızın dini hassasiyetlerini tahrip etmiş oluruz. Bu çok büyük bir hatadır.
Şöyle bir itiraz yapılabilir. Biz alanımız dışında hiçbir şey düşünemez miyiz? Elbette düşünebilirsiniz. Düşüncelerinizi bilimsel dergilerde ve bilimsel mahfillerde ifade etmeniz en isabetli yoldur. Ama öyle inanıyorum ki bu gibi meslektaşlar uzmanları önünde bu konuları tartışamazlar. Çünkü kendileri kale alınmazlar.
Şu noktanın altını çizmekte yarar vardır: Her ilahiyatçı hocanın her alanda şöhret yapması şart değildir. Kendi alanında çalışıp bu alanda konuşup şöhrete kavuşmak da söz konusu olabilir. Fakat ilahiyatçıların ille de şöhret yapması şart değildir. Çünkü şöhret Müslüman’ın talep edebileceği bir şey değildir. Aslandan kaçar gibi şöhretten kaçmak gerekir. İlahiyatçı şöhret peşinde koşamaz. Belki hizmet peşinde koşar. Koşarken şöhret gelirse bundan da Allah’a sığınmak gerekir. Mutlaka şöhretten uzaklaşmamız lazımdır. Çünkü din şöhret istismarı yapılacak alan değildir. Din kutsaldır. Onun hiçbir emele alet edilmemesi gerekir.
Bir akademisyen, bir ilahiyatçı, eğer ihtisas alanı dışında bir konuda kanaatini ille de belirtmek ister de kendini bundan alamazsa, o zaman İmam Âzam ve diğer İslam âlimlerinin metodunu uygulamalıdır. İmam âzam ve diğer müçtehit âlimler, özellikle mezhep imamları kendi içtihatlarının, otorite baskısı altında kabul edilmememsini isterlerdi. İmam Âzam’ın şu sözü meşhurudur: “Nereden aldığımızı bilmeksizin ve araştırmaksızın hiçbir kimseye bizim sözümüzü almak helal değildir.” Bu son derece özgürlükçü, özgürlükçü olduğu kadar da tevazu kokan bir metottur. Şöyle ki; İmam Âzam kendi ilmini, şöhretini, şahsiyet ve otoritesini Müslümanlara baskı için kullanmak istememiş; din hakkındaki şahsî görüşlerini körü körüne kabul etmelerini asla arzu etmemişti. Çünkü sorumluluğunun şuurundaydı ve bu davranışı ile bizlere de mesaj veriyordu. O, yine şöyle diyordu: “Bu, bizim ulaşabildiğimiz en doğru görüştür. Kim bundan daha iyisini bulursa onunla amel etsin.”
Çağdaş ilim adamlarının, özelikle ilahiyat ilimlerini meslek olarak benimseyenlerin bu muhterem büyüklerimizden alacakları çok güzel örnekler vardır. Hiç değilse, “ben böyle düşünüyorum, ama bu şahsi bir düşüncedir, başkasını bağlamaz. Siz konuyu araştırın, doğrusunun hangisi olduğuna kanaat getirirseniz vicdanınıza danışarak o kanaatle amel edin.” Demelidirler. Böyle dense halkın kafasında o kadar olumsuz etki yapmayabilir. Fakat unvandan kaynaklanan otoriteyi kullanarak halka kesinmiş gibi bir hüküm dayatmak, İslam ahlakı ile bağdaşmaz; büyük âlimlerimizin metodu ile uyuşmaz; belki nefsaniyet kokar. Yüce Allah nefsaniyetimizden bizi korusun.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.