Kime ne diyelim?
İslam’ı öğrenmek ve yaşamak kadar yaymak da bir vazifedir. Davet ve tebliğ çok ciddi bir vazifedir.
Şu sahne, Peygamberimizin İslam uğruna çektiklerinin ufacık bir örneğiydi: "Münbitül Ezdi anlatıyor: “Resulullah (SAV) cahiliyet devrinde insanlara:
-Ey insanlar! Allahtan başka ilah yoktur, deyin; kurtu-lursunuz" diyordu. Ama onlardan bazısı onun yüzüne tükürü-yor, bazısı ona toprak atıyor, bazısı da küfrediyor, durmadan eziyet ediyorlardı. Bu durum öğleye kadar devam etti. Sonra su dolu büyük bir bardakla bir genç kız geldi. Resulullah elini yüzünü yıkadı ve:
-Yavrucuğum! Babana bir su-i kasd yapılacağından ve onun zelil olacağından korkma, buyurdu.
-Bu kimdir? diye sorduğum zaman.
-Resulullah (AS)ın kızı Zeynebdir, dediler. O, çok gü¬zel bir genç kızdı. “
Bu sahneler olmasaydı İslam hayata hakim olamazdı. Bu sorumlulukla çalışan, canla başla, malla makamla çalışan, izzeti şerefi düşünmeyen, insanlardan korkmadan, ayıplamalara aldırmadan çalışan insanlar cahiliyyeyi yere sermişlerdi.
Oysa bu gün de bir cahiliyye yaşanıyor. Ülkemize İslam hakim değil. İslam’ın sistemi değil uygulanan. İslam’ın imam, ibadeti, hukuku, ahlakı, kılığı, kıyafeti, ilmi, şeairi, ülkesi, insanı, ümmeti yok olmuş sanki. Kafirin kültürü işgal etmiş ülkeyi. İdaresiyle, hukukuyla, ekonomisiyle, kurumlarıyla, okullarıyla, davranış biçimleriyle cari sistem İslam dışı. Küfür kaynaklı. “Laiklik” bahanesiyle İslam’ın sisteme müdahalesi yasak. İnananlar yine aşağılanmakta, eziyet ve işkencede. Küfrün, şirkin tabii sonucu olarak fuhuş, fısk, günah, suç, terör, tahakküm, zulüm, zorbalık kol gezmekte ülkede.
Bu gidişe, Resulullahın varisleri olan ulama karşı koyacaktı. İsyan edecek, kabul etmeyecekti. Direnecekti bu küfre, bu kültüre. Yoksa halk, yaşadığını İslam sanacaktı. "Böyle de olurmuş" diyecekti. Emperyalistlere yaslanan yerli işbirlikçi tağutları sevecekti. Düşman olması gerekenlere dost diye sarılacaktı. Alimler susarsa, halk İslam’ı güvende sanacaktı. "İslam güvende olmasa alimler karşı gelirdi, bildirirdi" diyecekti. Evet kafirlere alimler kıyam edecek ki, halk da dost ve düşmanını tanıyacak ve alimler etrafında İslam’ın hakimiyeti için çalışacaktı. İşte o zaman olumsuzluklar yok olacaktı.
Suç hocalarda!
Hocalar ne yapıp yapacaklar, İslam’ı ilan edecekler, dost ve düşmanı bildireceklerdi. Helali haramı, iyiyi kötüyü, güzeli çirkini bildireceklerdi. Saflar ve tavırlar netleşecekti.
Sahi hocaların işi ne kadar da zordu!
Bunu bir hocaya sordum. Hay sormaz olaydım, adamın yarasına tuz basmışım. Öfkesi bende patladı:
“Haftada üç gün halka açık ders veriyorum. Bir yerde tefsir, bir yerde hadis, bir yerde fıkıh. Facebook’tan, sosyal medyadan ilan ediyorum. Eşe dosta söylüyorum.
Veriyorum da ne oluyor? Derse gelen on kişi yirmi kişi. Nerde bu Müslümanlar? Niye gelmiyorlar?
Cihatsa işte cihat. Evimden ta ders yerine kadar gidiyorum. Her derse saatlerce hazırlanıyorum. Sonra bir saat anlatıyorum. Kaç kişiye? Yirmi kişi yerine ikiyüz kişi olsaydı dersler bir başka hazırlık ve heyecanla sunulurdu. Gönül ister ki salonlar dolup taşaydı. Ama yok. “Hocalar çalışmıyor” demek kolay değil mi? Nerde bu dinleyiciler? Nerede bu öğrenmek isteyenler? Evde televizyon karşısında ya filim izliyor, ya maç seyrediyorlar. Ya da siyaset diyerek dedi kodu yapıyorlar.
Dün akşam tefsir dersimiz vardı. Sen niye gelmedin? Ne mazeretin vardı? Hesap sorması kolay değil mi? Hadi ver bakalım hesabını?
Bu sorunun azametinden, yükün ağırlığından, mesuliyetin büyüklüğünden ve aczzimin, fakrımın, gayretsizliğimin, idraksizliğimin, iradesizliğimin utancından başımı kaldıramadım.
Kime ne diyelim?